1

418 2 0
                                    

Eğer biraz daha zorlarsa şifonyer kırılacak. Bundan eminim. Önünden mal kaçıran kimse de yok. Neyin azmi bu anlamıyorum. Sanki birileri gelip beni götürecekmiş gibi her seferinde hızlı hareket ediyor, ve sert, gerçekten çok sert.

Oysaki daha birkaç dakika öncesine kadar tatlı tatlı muhabbet etmeye çalışıyordu benimle. Ne denli gergin olduğumun o da farkındaydı ve beni rahatlatmak istiyordu. Okuduğu sıkıcı bir kitaptan bahsediyordu. Oblomov muydu? Evet oydu sanırım. Benden tepki alamadığında yüzü düşmüş, havayı dağıtmak amacıyla komik olduğunu sandığı bir anısını anlatmaya başlamıştı. Zoraki gülmüştüm çünkü içinde bir yerlerde beni önemsediğine inanıyordum. Bazılarının aksine mutsuzluğumdan hoşlanmıyordu. Beni sevdiğini bile düşünüyordum zaman zaman. Bu kulübede ortaya çıkan o ilkel hayvanı yok edebileceğine ikna ediyordu beni. Aslında normal bir insan olduğuna fakat istemsizce diğerlerinin etkisi altında kaldığına...

Ahh. Sen iflah olmaz bir aptalsın y/n. Hatipson ve etki altında kalmak öyle mi? Aklıma bu ihtimali getirecek kadar sinsiydi işte. Saniyeler içerisinde o büründüğü şefkatli, olgun adam rolünden gerçek kimliğine geçiş yapıyor ve beni dumur ediyordu. Her defasında hem de. Akıllanmıyordum. 'Belki de gerçekten değişiyordur' inancına bağlanmaya öylesine muhtaçtım ki bunun mantıklı olup olmadığını sorgulamaya çekiniyordum.
Şöyle bir baktığımızda... bu bizim haftalık rutinimiz değil mi aslında?

Erzak oyunundan geldikten sonra barakanın kenarında uzanıp kızlarla sohbet ederken yorgunlukla uykuya dalarım. Beni uyandıran şey boynumda nefesini ve öpücüklerini hissettiğim Hakan olur. Bu kendisinin bana o günün Cumartesi olduğunu hatırlatma yoludur. Bu farkındalığın üzerine bir de yeni uyanmanın verdiği asabiyet eklenince iyice huysuzlaşırım. Her şeyimi alttan alır. Beş dk bile geçmeden yüzümde bir tebessüm oluşturmayı başarır. Bir eli hafifçe saçlarımı okşarken nasıl olur da uysal bir kediye dönmem? Kurnaz orospu çocuğu. Buna dayanamadığımı biliyor. Kulübeye şu anda mı yoksa gece mi gitmek istediğimi sorarken o kadar nazik davranıyor ki bu sorunun beni ölesiye iğrendirmesi gerektiğini bile fark etmiyorum. Cevabım hiçbir zaman şaşmıyor: Şimdi gidelim, zaten çok sıkıldım. Ve cevabıma gelen stabil tepki: Hay hay prenses. Elimden tutarak yavaşça kaldırıyor beni. Ormana doğru yol alıyoruz. Alakasız bir konudan çene çalıyor kendince. Genelde susup dinliyorum. Kulübe kapısını açarken beni kucağına alıp öyle geçiriyor içeri. Her şey çok güzel, çok tatlı, ne kadar keyifli. İnsanın hayatında böyle bir dosta ihtiyacı var. 
Ruh halini iyileştirecek ve başkalarının açtığı yaraları sözleriyle, merhametiyle, varlığıyla onaracak. Ama bir saniye. Buraya bunun için gelmedik.

"Şortunu çıkar, dolaptaki siyah eteği giy. Bugün de öyle yapalım." Realiteye ani dönüş. Yüzümdeki memnuniyet ifadesi saliseler içinde siliniyor. Karşı çıkamayacağımın bilinciyle hareketleniyor ve dediğini yapıyorum. Onun şortu yeri çoktan boylamış. Erkekliğine bakmaktan kaçındığımı fark edip pis sırıtışı eşliğinde beni kendine çekiyor. "Çok güzelsin y/n. Sana dayanamıyorum. Hafta boyu bu anı beklediğimi biliyor musun?" Ve bilimum iltifatlar... İlgilenmiyorum ağzından çıkan sözlerle. Bu onu delirtiyor. Birazdan yapacağı hiçbir şeyden gram zevk almayacağımı gayet tabii biliyor. Bu onu çıldırtıyor. Onu çıldırtan her şeyin acısı benden çıkıyor. Nazik elleri kabalaşıyor, şefkatli bakışlar yok oluyor, tutmaya kıyamadığı vücudum ağırlığı altında acımasızca eziliyor. İstanbul beyefendisi aramızdan ayrılıyor.

Üç beş dk öncesine kadar beni gülümsetmek için girmediği kılık kalmayan adam şu an benimle değil. Gerçek halinin esiri altında. Ve ben de onun altındayım. Şiddetli gel gitleri sebebiyle şifonyerin üzerinde ileri geri sallanıyorum. Arada bir ağzımdan "Acıyor" lafı kaçsa da umrunda olduğunu zannetmiyorum. Öyle olsa yavaşlardı, ya da arkadan değil önden yapardı, hatta hiç yapmazdı, canımı yakmazdı. Ama umrunda değilim.

İçimi dolduran sıvıyla birlikte hareket etmeyi kesti. Az öncekilerden çok daha derin bir sesle inledi. Gözlerimdeki yaşların da durulma zamanı gelmişti. Aniden içimden çıkınca elimde olmadan iç çektim. Acaba büyüklüğü yüzünden mi bu kadar acıtıyordu yoksa sert gel gitlerinden ötürü mü?

Domaltıldığım şifonyerden kalkarken görece rahattım, sonunda işkencem bitmişti. Yarın dinleneceğimi bildiğimden belimdeki ağrıyı düşünerek canımı sıkmamaya karar verdim.

"Sabah Mert'le kavgamızı duydun mu?"

Ona anlamaz bir ifadeyle döndüm. Ne dediğini bilmiyordum.

"İlk seçmelerden hemen sonra? Küfrettiği için uyarı almıştı hatta?"

Hatırlamıyordum. Kafamı iki yana salladım.
Üstüme yürüyerek lanet olası şifonyere tekrar eğdi vücudumu, fakat bu defa sırtüstü. Kalçalarım aniden çarpınca acı bir nefes vermek zorunda kaldım. Bileklerimi şifonyerin iki ucuna doğru kenetledi. Bu kadar sıkmasına ne gerek vardı cidden? Onun beşte biri kuvvetle bile canımı alabilecek kapasiteye sahip bu herif.

"Tartışma esnasında bana kendisiyle 'kimin siki büyük' yarışına girmemem gerektiğini söylemişti de aklıma takıldı. Merak ediyorum hangimizinki daha büyük y/n?"

Kafayı yemiş. Adi şerefsiz.

"Orospu çocuğu. İşini gördün artık bırak beni."

Evet y/n. Aynen bunu yap. Onu delirt, delirt ki seni bir tur daha siksin. Ouvv. Ya da suratına yumruğu ye. Hayvan herif. Ne kadar acıdığını bilmiyor tabii.

"Sana bir şey sorduysam cevap ver! Hangimiz daha büyüğüz?" 

Pekala. Madem bunu istiyorsun. İstediğin olsun Hatipson.

"Mert'inki daha büyük. Mutlu musun şimdi? Daha iyi hissettirmedi değil mi?"

Kısık gözleri daha da kısıldı. Hayır mutlu değildi. Ama doğruyu söylemiştim. Bunun bana bir tura daha mal olacağını bile bile.

İhtiyaç EviHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin