Haziran ayının sonundayız, hava biraz soğuk, yağmur yağıyor.
İnsanlar ıslanmamak için açık buldukları dükkânlara giriyor, şimdi dükkânım her zamankinden daha kalabalık. Öyleki oturulacak tek bir boş masa bile yok. Normalde klasik müziğin hakim olduğu küçük dükkânım şuan gürültüden geçilmiyor, bu yüzden klasik müziği kapatıyorum.
Daha önce hiç bu kadar fazla müşterimiz olmamıştı. Ben bunu, dükkânımın sokağın en dibinde ve küçük olmasına bağlıyorum, tabi reklam yapmamamızın da etkisi olabilir, sessizlik her zaman ilk tercihim olmuştur.
Garsonlarım ilk defa bu kadar çok müşteriye baktıklarından dolayı yorgun görünüyorlar. Onlara yardım etmek adına tezgâhın arkasındaki siyah önlüklerden birini alıp giyiyorum, zira iki kişi bu kadar müşteri için yeterli görünmüyor. Bunu bazı müşterilerin çatık kaşlarıyla etrafa bakınıp boşta bir garson aramalarından ve homurdanmalarından anlıyorum, bundan memnun değiller, yağmur yağmasa çoğunun kalkıp gideceğinden eminim.
Sipariş almaya önce küçük masalardan başlıyorum, bu sizin masanıza gelme süremi biraz uzatıyor.
İlk siparişini alacağım kişi dükkânımın devamlı müşterisi sayılabilecek, ortalama ellili yaşlarında olan bir kadın. Dükkânıma her geldiğinde gülümseyerek bana ve garsonlarıma baş selamı veriyor. Eğer boşsa cam kenarında olan, dükkânımın kapısını gören iki kişilik masaya oturuyor, değilse sütlü kahvesini alarak dükkânımdan ayrılıyor. İki kişilik masasına geldiğimde boğazımı temizliyorum ve varla yok arası gülümsüyorum. "Ne alırdınız?" Bu soruyu sormam fazla gereksiz, çünkü geldiği ilk günden beri tek siparişi sütlü kahve oluyor. Sesimi duyduğunda ördüğü örgüden kafasını kaldırıyor, benim aksime genişçe gülümsüyor ve nazikçe "sütlü kahve lütfen." Diyor, o da farkında sorumun ne denli gereksiz olduğunun fakat bilirsin, formaliteler. Başımı hafifçe sallayarak hızlıca tezgâhın arkasına ilerliyorum, normalde görevi siparişleri hazırlamak olan fakat bugün ki yoğunluğumuzdan dolayı kasaya da bakmak zorunda kalan çalışanım Namjoon'a sütlü kahve hazırlamasını söyleyerek, sipariş almak adına bir diğer masaya geçiyorum.
Bu şekilde üç masanın daha siparişini aldıktan sonra sıra sizin masanıza geliyor Hoseok.
Cam kenarındaki masada beş kişi olmanıza rağmen kafedeki gürültünün büyük bir kısmı sizin masanızdan çıkıyor, normalde buna asla izin vermem, lakin normal bir günde olmadığımızın herkes farkında.
Masanıza yaklaşıyorum, sen masanın en dibinde, camın kenarında oturuyorsun, sendeki bakışlarımı elimdeki küçük deftere çeviriyorum ve boğazımı temizliyorum, diğer masalara yaptığımın aksine sizin masanızda gülümsemeden direkt olarak siparişlerinizi soruyorum, böyle yaparak arkadaşlarının dükkânıma bir daha gelmemelerini umuyorum, zira gürültücü insanlardan pek hoşlanmam, sen hariç.
Sorumla, masanızdaki sesler sona eriyor ve arkadaşların bana bakıyor, sen bana bakmıyorsun Hoseok, sen o güzel yüzünü, masanın üstünde bağladığın uzun ve ince parmaklı ellerine çeviriyorsun, neden bana bakmıyorsun Hoseok?
Arkadaşlarından siparişlerini alıyorum bana bakmıyorsun, sıra sana geliyor fakat yine bana bakmıyorsun, yüzün hâlâ ellerine eğik iken menüde portakal olup olmadığını soruyorsun. Şaşırıyorum, şaşırıyorum Hoseok, çünkü burası bir kafeterya, manav değil, ya da bir market, yine de şaşkınlığımı yüzüme yansıtmadan, senin için yumuşak çıkmasına özen gösterdiğim sesimle konuşuyorum, "Maalesef, menümüzde portakal yok, efendim."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Orange Juice ⚜ Sope
FanfictionVücudun kusurlu bir şekilde kusursuz. [Tamamlandı] 17 Mart Salı 2020