Bölüm üç: Okyanusun derinliğinde bile hissederdim seni, benden ne kadar kaçsan da yeniden bulurdum dudaklarındaki hissi.
23.01.2010 Pazartesi akşamı.
Uyanalı yaklaşık altı saat olmuş ve çoktan öğlen olmuştu. Bu akşam Felix ile akşam yemeğine gidecektik, bir nevi randevu gibi. Tabii ki ona açılamamıştım. Kendime güvenim yoktu cılızdım, kısaydım. O ise çok güzeldi, kızları kıskandıracak güzelliğe sahipti. Biz çok zıttık fakat onunla geçirdiğim anıları, konuştuğum zamanları hiçbir şeye değişmezdim.
Onunla aylardır yüz yüze konuşamıyordum. Çünkü Avustralya'ya gitmek zorunda kalmıştı ablası ile beraber. Her gün beni arardı, sorardı az konuşsa bile. Onun sesini duymak huzurun ta kendisi idi. Her sesini duyduğumda kendimden geçer anlık bir mutluluğa kavuşurdum.
Gözlerim onun gözlerine değdiğinde sanki vücudum yanıyordu, terliyordum. Bazenleri konuşamıyordum, utangaçtım aşırı şekilde içime kapanıktım. Aynı anda konuştuğumuzda sesim sesi ile karıştığında ise hiç alışık olmadığım hoş bir ahenk oluşuyordu. Ona aşık olduğumu bu saatten sonra asla inkâr edemezdim.
Saat yaklaşıyordu, içim daralıyordu, ter bezlerim iki kat daha hızlı çalışıyordu. Bu heyecanım git gide büyürken düşüncelerim ve duygularımın arasına kendiliğinden bir duvar örülüyordu. Sanki ikisi birbirine karşı gelecek eylemler yaptırmak istiyordu bana. Bu yüzden de sert ve bir o kadar da soğuk duvarlar örülüyordu. Lakin ben her ikisininden de uzaklaşmak istiyordum. Ne düşüncelerimi ne de duygularımın dinlemek istiyordum. Ne istiyorsam onu yapmak istiyordum bu yüzden her ikisine de kulak asmamalıydım.
Zamanı gelmişti ve evden çıktım yavaşça. Motoruma atlayıp Felix'in bana verdiği adrese geldim. Burası eviydi galiba. Beni evine davet etmişti, vay canına. Heyecanla motorumdan inip kapıya tıkladım. Birkaç saniye sonra kapı açıldı, sanki kapıda durup benim gelmemi büyük bir istekle bekliyormuşçasına gibiydi. Kapıyı açtığında gozleri gözlerime anında değdi, yeniden alevlenmeye başladım. Gözlerimle onu süzdüm, benzer kıyafetler giymiştik. Tam bir çift gibi gözüküyorduk.
O sıcak tebessümü ile beni içeriye davet etti. Beraber evinin kısa koridorunda ilerlerken ikimiz de konuşmuyorduk. Salona geldiğimizde küçük ancak bir o kadar da kırmızılara bürünmüş masa ile karşılaştım. Yüzüne utangaç bir şekilde bakarken yanakları kızarmıştı, gözlerini kaçırıyordu. İkimizde utangaç olsak da ona bir adım atmam gerekti. Fakat o benden yine önce girişti.
"H-hyung aslında sen beni yanlış anladın yani ben kırmızı seversin diye düşünmüştüm. O yüzden kırmızı g-güller koydum. Rahatsız olursan kaldırabilirim ama..." gülmüş ve ensemi kaşımıştım. O çok tatlıydı utanırken, kekelerken, her bir hareketinde hatta. Afilli bir masaydı bu masa. Üzerindeki tabaklar, güller, minik mumlardan ziyade duyguları daha süslüydü. Apaçık ortadaydı, bunlar romantik şeylerdi anlamıştım.
"Oh, Felix önemli değil, kırmızı severim zaten. Çok güzel olmuş." son cümlemi kısık sesle söylerken eli ile koyu kahverengi ahşaptan yapılmış sandalyeye oturmamı işaret etti. Ardından sandalyeye oturdum ancak rahat değildim. İçimi huzursuz eden bir şeyler vardı, beynimi yeniden kurcalıyordu düşüncelerim ve duygularım. Bana istediğimi yaptırmamakta kararlılardı.
Düşüncelerimden arınmak için gözlerimi Felix'e diktim. Minik elleri ile bana baharatlı tavuk koyarken bir yandan da pirinç keklerine bakıyordu. O minicik ellerindeki tüm hücrelere sahip olmak için her şeyimi verirdim. Ona tüm aşkımı hissettirirdim. Kör, sağır olurdum başkalarına; sadece onu duyar, görürdüm. Sadece ona dokunur, minik ellerini ince parmaklarımın arasına alır tenini okşardım. Hayallerini hayallerimle süsler, derin hisler hissettirirdim. Her rengi gösterir, hayatının merkezinde olurdum.
Bu hayaller için çok erkendi ya da tam sırasıydı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
hislerimi sana armağan etmek isterdim, changlix.
Fanficsana armağan ettiğim bu kitap yolunu bulamazsa, yanında kalsın. biliyorum ki yazdığım her bir satırı okuyamayacaksın ama hissedeceksin, aynı benim seni her salise de hissettiğim gibi. ━ seo changbin & lee felix.