rüzgar her şeyi dünya üzerinden silmeye yemin etmiş gibiydi; uzun saçlı olanları saçlarından tutup sürüklüyor, kısa saçlı olanları ise sanki ona karşı çıkıyorlarmış gibi kaldırımlar üzerinde oradan oraya itiyordu. sokaklar rüzgarın öfkesine anlam veremeyen, ona karşılık adımlarını hızlandıran ve sanki bu hayatta büyük işler başaracakmış gibi koşturan insanlarla doluydu. fakat dikkatli bakıldığında, her sokakta olduğu gibi bu sokakta da diğer insanlardan ayrılan bir silüet göze çarpıyordu.
insanların yanından geçerken adımlarını hızlandırdığı, hakkında türlü efsaneler üretilmiş evin önünde dikilen genç bir silüet. belki de bu sokakta rüzgarın söz geçiremediği tek insandı o, çünkü onun saçları ne uzun ne de kısaydı. ince bedenine tamamen oturan sıkı kıyafetleri rüzgarın bile tutup sürükleyemeyeceği şekilde sarıyordu etrafını. çenesinden sadece iki parmak uzun siyah saçları rüzgarın gönlünü almak istercesine ona uyarak dalgalanıyorlardı, soğuk havanın kızarttığı burnuna ve yanaklarına dokunuyor, gencin mahrum kaldığı sıcaklığı yüzüne dağıtıyorlardı.
boğazlı kazağının üzerine geçirdiği uzun montu da kendisine özel elementleriyle birleşince, o gerçekten de dünyaya ve etrafına karşı bir kalkan oluşturmuş gibi duruyordu.
yine de o sıradan bir gençti. arkasına saklandığı kıyafetleri ya da özenle bakım yaptığı siyah saçları bu gerçeği saklamaya yetmezdi. günün sonunda o yetişkinlerin yönetimi altındaydı. yönetimi altında olduğu daha fazla şey de vardı, boynunu kaldırmaya cesaret edemediği. duygular, ölüm, sağlık... bunlar insanların ellerinde oynatamayacağı sürüce şeyden yalnızca birkaç tanesiydi."gilbert! odana geçip kolileri yerleştirmeye başla bebeğim, ben akşam yemek yiyebilmemiz için mutfaktan başlayacağım."
saçlarında hissettiği uzun ve ince parmaklarla başını yana doğru çevirip neredeyse ikizi olan kadına baktı. gilbert tamamen annesine benziyordu; siyah ve gür saçları onundu, ifadesiz dursa bile somurtuyormuş gibi duran kıvrık dudakları da onundu, bir tilki gibi sivri ve kahverenginin en koyu tonuna sahip gözleri de öyle. gilbert'in annesi rosalie'den almadığı tek bir özelliği vardı; sol gözünün altında, elmacık kemiğini süsleyen beni.
annesinin eskiden balerin olduğunu belli eden ince ve orantılı, fakat güçlü bedeninin eve girmesini izledi.
belki de bu yeni bir başlangıç olabilirdi.
çenesini nefeslenen bir kurt gibi havaya dikti ve soluğunun bıraktığı buharı izledi. parmağının tek bir hareketiyle yüzünde kalan siyah tutamı kulağının arkasına doğru attı."geliyorum. lütfen akşam salata yemeyelim."
...
ahşap evin içi dışı kadar hüzünlü değildi, gilbert odasını düzenledikçe burada yaşayacakları hayata daha da olumlu bakmaya başlıyordu.
içinde kitapların bulunduğu son koliyi de yerleştirdikten sonra doğruldu ve tozla kaplanmış kazağını silkeledi. şanslı olmalıydı ki burnu fazla hassas değildi, toz onu fazla rahatsız etmezdi.
ellerini beline yerleştirip yavaşça etrafında döndü, odası sonunda istediği gibi görünmeye başlamıştı, eksik olan tek şey kişilik katacak birkaç süs eşyasıydı. omuz silkerek dolabına ilerledi, buralarda bir yerlerde ikinci el eşya satan bir yer bulabilirdi sonuçta.
üzerindeki kirli giysilerden kurtuldu ve pijamalarına kavuştu; beyaz, sade bir eşofman takımı. bileğine geçirdiği tokayla alnına dökülen saçları başının arkasına tuttururken gözleri tekrar odada gezindi... yokluğu hissedilen bir eksiklik vardı.
rahatsız bir şekilde nefesini verip odadan çıktı ve merdivenlere yöneldi."anne, yeni bir ayna alacağımızı söylemiştin!"
güzel yemek kokuları gelmeye başlayan mutfaktan rosalie'nin sesinin yükselmesi fazla uzun sürmedi.
"alacağız zaten, bir süre idare etsen olmaz mı?"
"genelde böyle dediğinde en az üç ay beklemem gerekiyor."
rosalie'nin hızlı adımlarını mutfak kapısında beliren bedeni takip etti, o da gilbert gibi siyah saçlarını toplamıştı.
"yenisini alana kadar babamdan kalan eşyalarla idare edebilirsin. odasındaki her şeyi tavan arasına taşıdık, orada bir boy aynası olduğuna eminim. şimdilik odana koy, hadi, surat asma."
"surat asmıyorum... gözlüklerini takmamışsın."
rosalie'nin gözlüklerini arama çabası evin sessizliğini bozarken gilbert bakışlarını yukarı çevirdi. tozlu tavan arası kulağa pek kötü gelmiyordu, tek korkusu içinde fare olmasıydı.
...
ahşap ev uzun süredir duvarlarında hissetmediği bir gürültüyle inledi, gilbert'ın bağırarak yere düşmesi mi yoksa tavan arasının birden açılarak yere sabitlenen merdiveni mi daha çok ses yaptı anlamak zordu.
"ugh, burada uzun süre kalacaksak bunun değişmesi lazım."
homurdanarak doğrulup elleriyle kalçasını silkeledikten sonra sonunda ahşap merdiveni çıkmaya başladı. tavan arasının zeminindeki kare şeklindeki boşluktan kafasını uzattığında bir süre hareketsiz kaldı vücudu.
garipti. garip bir atmosfer vardı.
gözleriyle tozları ve örümcek ağlarını görebiliyordu, ama onları hissedemiyordu. aldığı nefesler tazeydi; burnunda deniz suyunun tuzunun yakıcılığını hissedebiliyor, yağmur sonrası havaya karışmış çimen kokusunu alıyordu.
ensesindeki tüyleri kaldıracak şekilde titredi, zihninde tehlikede olduğuna dair sinyaller çalıyordu, ama bu koku başka bir şeye odaklanmasını engelliyor gibiydi.
hafifçe yutkunduktan sonra son bir hareketle kendisini tavan arasına çıkarttı. garip atmosfere alışmış gibiydi, nerede olduğunu kavramaya başlıyordu."huh, beklediğim kadar kötü değil."
tavan arası gilbert'ın büyükbabasının eşyalarıyla doluydu. eski moda eşyalar, kumaşlar, kullandığı dikiş makineleri... ve hepsi de ne kadar zengin olduğunu belli eder gibiydi. büyükbabası yaşadığı zamanda ülkedeki en iyi terziydi, tasarımları zengin kesim arasında kapışılırdı. içinde bulunduğu çağ ne kadar değişirse değişsin, o teknolojiden uzak kalıp her elbiseyi kendi elleriyle diker ve müşterilere sunardı.
yine de gilbert'in bunlara ilgisi yoktu, tozlu ve basık odada diğer eşyalardan üstün bir şey vardı çünkü. gilbert'in ihtiyacı olan şey.
yerdeki eşyalara takılmamaya özen göstererek yavaşça odanın en ucuna kadar yürüdü, işte oradaydı: etrafı altın işlemelerle çevrili eski bir ayna. gilbert'in onu alıp gitmesi gerekirdi, ardından odasına koyup bir şey olmamış gibi yemek yemesi.
ama yapamıyordu. vücudu onu dinlemiyordu, sanki içinde bir ruh yokmuşçasına orada dikiliyordu. kemiklerle ayakta duran bir et parçası.
gilbert'in koyu gözleri aynadaki kendi yansımasına bakıyordu. her şey aynıydı, kendi bedenini ezbere biliyordu. elmacık kemiğindeki ben, toplu siyah saçları, beyaz pijama takımı... her şey aynıydı ama gilbert yansımasını tanıyamıyordu.
o an tüm benliğiyle hissettiği şeye inandı.
'benim bir ruhum yok.'
zihninde beliren cümle gittikçe kesinleşiyordu, somurtkan dudakları aralanarak bu sefer sesli bir şekilde tekrarladı.
'benim bir ruhum yok.'
nefesleri kesikleşirken titreyen elini kaldırarak işaret ve orta parmağını aynanın pürüssüz yüzeyine bastırdı.
sıcaktı. yanıyor gibiydi. ama gilbert elini çekmek istemiyordu, derisi yansa ve erise, aynaya karışsa parmakları ve bir daha hiçbir şeye dokunamayacak olsa bile elini çekmek istemiyordu. parmak uçlarındaki acı giderek artıp tüm elini yutarken gilbert odanın duvarlarında yankılanan bir nefes verdi, sırtına ok saplandığı an son nefesini vermiş bir geyik gibi.
sıcağın geride bıraktığı buğunun üzerinde kelimeler beliriyordu."bir ruha ihtiyacın yok."
gözleri dolmaya başlayan ince beden boğazını acıtacak şekilde yutkundu. o ruhlara inanmazdı, periler ve hayaletlere de.
ama kendi zihnini asla sorgulamazdı da.
ve tüm benliğiyle emindi ki, gördüğü şey gerçekti.
o hala nefesini tutarken buğuda farklı bir cümle belirmişti."ihtiyacın olan tek şey umut."
---
hey hey hey.
tam 1002 kelimede bölümü bitiriyoruz. ortalama bu uzunlukta yazmayı planlıyorum, en azından giriş bölümlerini.
henüz fazla okunmam yok, ama gilbert'i yazmaktan vazgeçemiyorum. okunmasam bile bu hikaye zihnimde kalmamalı sanırım.
fikirlerinize her daim açığım.
-fau. x
ŞİMDİ OKUDUĞUN
the mirror of hope.
Mystery / Thrillertavan arasında bir ayna. aynanın içinde bir çocuk, ve dışında onu izleyen, saçları çenesine dökülen zayıf bir beden. belki de birbirlerinin hayatlarına girmemelilerdi.