Dört duvarlı, renkli karışımların olduğu odayı dolduran, radyonun etkisiyle hafif cızırtılı çıkan müzik, benim aşık olduğum adama aitti. Ninni gibi gelen sesinin mayhoşluğunu, ses notasının üzerine çıkıp inmesini, bana hayatı yaşıyormuşum gibi hissettirmesine, notalar üzerinde dans eder gibi şarkı söylemesine aşıktım.
İki et parçasının arasından fırlayan tını, tanrı'nın ona bahşettiği en küçük özelliklerden biriydi sadece. O, Lana'nın eşsiz güzelliğini yansıtır gibi şarkı söylüyor, Marliyn Monroe güzelliği ile konuşuyordu. Kahverengi gözleri vahşi batı'yı anımsatan kötülüğünü karanlık gibi en derinlerinde saklıyor, en kutsal kiliseler gibi parlaklığını gözler önüne seriyordu.
Orantılı burnu yüzüne öyle güzel oturmuştu ki, bu bir başkasında olsaydı göz kirliliği yaratıyor diyecek kadar kötü dururdu. Bu ona özeldi. Onun için özenle şekillendirilmişti. Hafif içeriye çökük yanakları vardı, ellemeye kıyamayacak kadar yumuşak, dokunmaya korkacak kadar da baskındı. Elmacık kemikleri güldüğünde ortaya gün ışığı gibi çıkıyor, gözleri bakmaya kör edecek kadar güzellik akıyordu.
İnci dişleri vardı, okyanusun karanlık dibinden çıkarılmış, özenle seçilerek seçilmiş gibiydi. Güldüğünde dudak kenarları geriliyor, koskoca o gülüşünde ateşi saklıyordu. Beni ruhumdan başlayarak, küçük kalbime, kalbimden tüm bedenimi saracak bir ateş saklıyordu. Tanrı şahit, cehennem ateşi gülüşünün yanında hiç kalırdı.
Kulaklarındaki küpeler her kafasını bir yere çevirdiğinde sallanıp, hafif kalın boynuna çarpıyordu. Şu hayatta süsten-püsten ölesiye nefret eden ben, onun üzerinde gördüğüm zaman güzelliği ve heybeti karşısında kalp krizinden bayılacak kadar fenalaşıyordum. Süs belkide, şu dünya üzerinde en çok ona yakışıyordu. En güzel onun üzerinde yerini kuruyordu. Elmaslar, onun yanında sönüp yok oluyordu.
Köprücük kemiklerini öpmek için tutuşan dudaklarım, ilk merkezini, adem elmasını tatmak istiyordu. Yanıyordu. Her gece yanıp tutuşuyordu benim dudaklarım ona dokunmak için. Karıncalanıyor, uyuşup kuruyordu. Sürekli yalıyordum, belki hayalimdeki tadı güzel olur diye. Ama ben hayalimde bile ona dokunamıyordum, onu sevemiyor, teninin kokusunu alamıyordum. Lavanta bahçesi vardı sanki teninde. Biraz kokusunu alsam, başım dönerdi.
Hayalimde bile onun kokusunu alsam yığılıp kalırdım.
Geniş omuzlarında bir kale, bir krallık saklar gibi üzerlerini örtüyor, daha geniş gösteriyordu. Elimi koysaydım, kaybolurdu baskınlığında. Küçücük kalırdı ellerim.
Kaslı kolları, ağırlık kaldırdığı zaman pazılarını belli ediyordu, ki bu benim kalbim için hiç iyi gelmiyordu. Beni uzay boşluğunda yalnız kalmış yıldız gibi hissettiriyordu. Sarmak istiyordum. O kolları ellerimle sarmak istiyordum, kimse görmesin benden başka diye. Ama ben kimdim ki öyle bir şey yapacaktım?
Tişörtünü çıkardığı zaman...
Ah, o tişörtünü çıkardığı zaman asıl gömülü hazineyi teninde saklıyordu. Sıralı kaslarında yer edinen dövmelerinde dudaklarımı gezdirmek, ağzımın içine almak istiyordum. O teninin tadını almak istiyordum. İncecik bir beli vardı, sarmak isterdi insan kollarıyla. Dik duruşu, dolgulu kalçasıyla bel çukuru çıkardı ortaya. Kaslı uyluklarını saran pantolon, ince baldırı ve o aşık olduğu postallarıyla -hiç çıkarmaz- bir âfet, bir tanrıydı.
İncillerin anlatmak isteyeceği bir kitap, efsane, melek olabilirdi. Kemikli ellerini saran damarları, tuttuğu gitarında tutkunun şeriti gibi yol gösteriyordu sanki.
O mükenmeldi. Benim platonik dahi olamayacağım kadar mükenmel, kutsal, tanrı, yaz aşkıydı. O tüm kızların ve erkeklerin yaz aşkıydı. Bir kez bakıp, sonsuza dek bakma isteği yaratıyordu.
Çevresi hep kalabalık olurdu, gece partilerinin vaz geçilmeziydi.
2000'lerin başlangıcıydı. Eskiyi üzerinde taşıyan o, bir tarihî eserdi. Onu en gizli müzelerde saklamak insanlar için en doğru olanı olurdu, çünkü o kalbe zarardı. O başlangıç olduğu gibi, bitişti. Bir sondu.
Kim Taehyung o kadar güzeldi ki, tanrı onu yaratırken kendi oğlu olarak düşünmüş olmalıydı. Yoksa bu güzelliğin başka bir kaynağı olamazdı.°°°°°