Birinin yüzüne bakmak en fazla ne hissettirebilirdi bir başkasına? Kabuslarla dolu çocukluğunu hatırlatır mıydı mesela? Annesinin gözlerinde yıllarca aradığı şefkati yüreğine doğru sızdırabilir miydi? Ruhunun içinde gizli kalmış tüm duyguların yıllar süren esaretine son vermek için çırpınırken attığı yardım çığlıklarını duyabildiğini gösterebilir miydi? Can yakar mıydı? Dokunur muydu içine içine? Bunların cevabını bulabilmek bana göre fazlasıyla zordu. Çoğu zaman hissettiği şeylerin adını bilmeyen zavallı biriydim. Korku ve mutsuzluktan başka hiçbir duyguyu dibine kadar tattığımı hatırlamıyordum. Bu yüzden yolcu koltuğunda tüm dünyadan soyutlanmış, sessizce uyuyan Donghyuck'a baktığımda hissettiğim şeylerin ne olduğunu anlamakta güçlük çekiyordum. Ona baktığımda yüreğimde bir şey eziliyordu; neydi bunun adı? Sevmeyi hiç bilmeyen biri için soru işaretleriyle dolu bir histi bu. Kalbimi avuçlayıp sıkabildiği kadar sıkan iki yabancı el kadar tedirgin edici, hem de ilk kez kendimi yaraladığım gün annemin saçlarımı okşaması, bana şefkatini göstermesi için kucağına yatmak kadar rahatlatıcıydı. Sevmeyi bilmeyen biri için o, gerçekten de tehlikeliydi. Çünkü herkesi sevebilecek bir kalbi, herkesi iyileştirebilecek bir ruhu vardı.
Başımı koluma yaslamış, ona doğru dönük bir şekilde, hafif geriye doğru yatık şoför koltuğunda uzanırken yüzünü incelemek işte bunları düşündürtüyordu bana. En başından beri, onu uzağa itmeme rağmen neden sanki bir iple bağlıymışız gibi sürekli dibimde bittiğini bilmiyordum. Fakat bir süre sonra bu durum bende bile alışkanlık hissi yaratmıştı. Alışkanlıklar ise sahip olmamam gereken en büyük düşmanlarımdı benim. Bir şeye alıştığınızda sizi sebepsiz yere bile bağlayabilirdi kendine. Gitmek isterdiniz, gidemezdiniz; kalmak isterdiniz ama kalamazdınız. Çoğu zaman ayaklarınıza dolanan bu yerleşik histen kurtulmadığınız müddetçe ne bir adım ileri ne de bir adım geri gidebilirdiniz. Donghyuck'un üzerimdeki bu etkisini kırmazsam yapmam gerekenleri zamanında yapamamaktan korkuyordum. Hayatı birçok noktasında kaçırıp eksikliklerimle büyümüştüm ve hayatımdaki en büyük eksikliği tamamlamak için önümde iyi bir fırsat vardı. Buraya bağlı kaldığım süre zarfı boyunca bu fırsattan uzaklaştığımı fark ediyordum.
Donghyuck'a hiçbir duygusal yakınlık göstermemek için uzun süre çaba sarfetsem de sonunda isteklerime yenik düşerek öpmüştüm onu bu gece. Onun isteklerini tüm olanların bahanesi olarak sunsam dahi, içimdeki dürüstlük terazisi var olduğu sürece asla buna kendimi inandıramayacaktım. Onu öpmüştüm çünkü içimdeki ben, bana böyle yapmam gerektiğini söylemişti. Hani olurdu ya, bazı anlarda size mantıklı gelen her düşünceyi ve olguyu bir rafa kaldırıp karar verme mekanizmanızın o zihinsel noktasını kırardınız. Donghyuck'u yeni yıla birkaç dakika kala öpmek de benim zihnimdeki çarkların bir anlığına durmayı bıraktığı kısımdı. İç güdü mü denebilir miydi buna? O an, şakasına söylediği "Öpersen bırakırım." lafı için sanki dakika saymıştım. Ağzından çıktığı anda onu öpmek dışında bir şey geçmemişti aklımdan. Bu zamana kadar öptüğüm tüm dudaklardan farklı olarak, ilk temasımızda vücudum baştan aşağı minik bir elektrik dalgasıyla uyarılmış gibiydi. Sıcaklığı bir an için içimdeki tüm soğuk noktalara değmiş, parmak uçlarıma kadar ısıtmıştı beni. Göğsümün tam ortasında yatmış uyuklayan o mistik rehberimin gözlerini aralamış, tüm zihnime baş edemediğim bir canlılık bahşetmişti. Öylesine büyülüydü ki bağımlısı olacağımı düşünerek tedirgin olmuştum.
Doğruyu söylemek gerekirse beni ikinci kez öpmesini hiç beklemiyordum. Sigaramın dumanıyla kendimi zehirleyip gerçekleştirdiğimiz temasın fotoğraf karelerini zihnimden uzaklaştırmaya çalışırken öylesine seslenmişti ki neredeyse dizlerimi çöküp teslim olacaktım sıcaklığına. Çimlerin üstüne düşüp de yine de dudaklarını benden ayırmadığında bile içimin gizli odalarına zincirlenmiş ve karanlığa mahkum edilmiş benliğimin zincirlerinden kurtulmak üzere çabaladığına şahit olmuştum. Uzun süredir kendime ördüğüm, büyük bir emekle işlediğim demirden kılıfımın eridiğini görmek korkutuyordu. Donghyuck öylesine sıcak bir çocuktu ki dokunduğu her bir zerreme bahar getiriyordu; demirden kılıfım ise bostan korkuluğundan başka hiçbir işlev görmüyordu bu durumda. Fakat izin veremiyordum işte. Her rengin var olduğu hayali dünyalarımda bile özgür olmak için izin veremiyordum kendime. Bu yüzden debelendiğimiz çimlerde ondan ayrılıp arabaya kaçmıştım. O ise hayalet adımlarıyla beni takip edip yolcu koltuğuna bırakmıştı kendini.
Uzun süre konuşmamıştık. Ya da çok kısaydı ama ona karşı içimde gittikçe büyüyen arzularım olabildiğince uzun hissettiriyordu bana. Hayatım boyunca kimseye böylesine dokunmak istediğimi anımsayamıyordum. Bambaşka bir evreni tanıyor gibiydim ve parıl parıl parlayan kostümüyle çiçeklerden yapılmış hükümdar tahtında Donghyuck oturuyordu. İç ısıtan gülümsemesi dudaklarında, uzun kahverengi perçemleri gözlerinin hemen üzerinde bana bakıyordu ve sanki o yeni evrenin kuşları etrafımda uçuşarak onun hafif oyuncu ses tonuyla söylediği şarkıları ötüyordu kulağıma. Bu his bana öylesine yabancıydı ki karanlık ellerimle çöküyordum o hayali evrenin üzerine. Korkularımın, tutmak üzere verdiğim sözlerin esiri oluyordum. Fakat Donghyuck, ne zaman o evreni sonsuz karanlıklara mahkum etmek istesem benden daha dirayetli çıkıyordu. O gece de, neredeyse başaracakken yeniden uzanmıştı dudaklarıma. İzinsiz, büyük bir açlıkla hem de.
Kucağıma çekmiştim onu. Güzelliklerle dolu o yeni evreni hapsetmiş gibiydim içime. Alev alev yanıyordu teni. Dudaklarında şarabın tadı vardı hâlâ. Her bir detay aklımı başımdan alsa da bunun bir anlamı olmadığına inandırmaya çalışıyordum kendimi. Bu onu kullanmak sayılır mıydı bilmiyordum? Fakat yıllar boyunca çocukluğunun gölgesinde yaşayan benim için birini kullanmak gerçek bir düşünce bile olamazdı. Çünkü alıştıklarımdan vazgeçmek en büyük korkumdu benim ve Donghyuck beni alışık olduğum her şeyden koparıp alıyordu.
O gece kendimle birlikte onu da yaptığımızın hiçbir anlamı olmadığına inandırmayı başarmıştım. Yine de varamıyordum tadına. Tenlerimizin her bir noktası birbirine değsin, dudaklarımız hiç ayrılmasın istiyordum. Korkunç bir uyanıklık veriyordu bu bana. Yapmamam gerektiğini söyleyen her sesi susturmama rağmen korkuyordum isteklerimden. Geri dönüşü olmayan hiçbir eylemi gerçekleştirmek istemiyordum fakat kendim için çizdiğim sınırın dışına çoktan çıkmıştım. Bir adım daha atarsam bu gecenin deneyimden çok hataya dönüşeceğini biliyordum. Bedenim ona verdiğim emirlerin dışında hareket etmeye başladığında Donghyuck durmasaydı, ben hiç duramayacaktım. Bu yüzden kucağımda uyumaya yeltendiğinde uzaklaştırmıştım onu kendimden.
Şimdi yandaki koltukta içimdekilerden habersiz rüyalarının içinde gezinen Donghyuck'a bakarken, dakikalar önceki sarhoşluğumun aynısını yaşamaya devam ediyordum. Yüzüne dokunmak, burnuna değen saçlarını geriye doğru iteklemek istiyordum. Onu partide gördüğüm ilk an geliyordu aklıma; gülümsüyordum. Somurtmuş oturuyordu kanepede. Gözleri kocaman odanın içinde dönüp duruyor, kaçışın yollarını arıyordu. O kadar memnuniyetsiz görünüyordu ki neden partide olduğunu ben bile sorgulamıştım. Gerçi annemin ölüm yıl dönümünde kendimle ve onun hayaletiyle kalmamak için parti veren benim için sorgulanması gereken son kişi bile değildi. Sonuçta herkes amacının dışında davranabilir, bazen de olmak istemediği yerlerde bulunabilirdi. Belki de tek derdi bir şeylerden uzaklaşmaktı. Bilmemin mümkün olmadığı bir yabancıydı gözümde. Sigara içmek için kapının önüne çıktığımda onunla karşılaştığımda bile bunu tekrar etmiştim içimden. Yabancı biriydi ve benim hayatımda kendim dışında yeni bir yabancıya ihtiyacım yoktu.
Gelin görün ki hayat denen karmaşa, her zaman isteklerimiz doğrultusunda çizmiyordu rotalarını. Şimdi burada, yanımda uzanıyor olması da bunun en gerçekçi kanıtıydı. Ne kadar kaçarsam kaçayım yine buluyordu beni. Girdiğim her yol ona çıkıyor, ruhum hep onun ruhunu istiyordu. Bilmiyorum, belki de serçe parmağıma bağlı kırmızı ipin bir diğer ucu ondaydı. Ve ben biliyordum ki bu ipin başına her ne iş gelirse gelsin koparmak mümkün değildi.
###
Merhaba!
Hikayenin birinci yılına özel olarak yazdığım "Kıvılcımı Sev" sizlerle birlikte. Kitap hep beklediğiniz gibi Mark'ın ağzından. Kısa bölümlerden oluşan bu kitap ara ara güncellenecektir. Umarım minik sürprizimi beğenmişsinizdir 💗 Yeni bölümde görüşmek üzere!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
kıvılcımı sev // markhyuck
Fiksi Penggemar"Kıvılcımı söndürmeyen ateşi zapt edemez." demiş Tolstoy. Ben o kıvılcımı söndürmek değil, o kıvılcımı sevmek istiyorum. ** Kıvılcımı Söndür'ün yan kitabıdır. @mindybae | Tüm hakları saklıdır.