huzur.
bulunduğum balkondan yıldızları izlerken hissettiğim şey buydu. karanlıkta otururken, hafifçe esen rüzgarın verdiği serinliğin tadını çıkarmak kalbimde kopan çığlıkları susturabilen tek şeydi. ya da belki de sadece çığlıkları daha çok yükseltiyordu ve ben sağır olmaya başladığım için duyamıyordum, bilmiyorum.
huzur kavramı çok farklı bir şeydi benim için. sessizlik huzur verirdi, ama beynimdeki sesleri arttırırdı aynı zamanda. duygularım ve düşüncelerim büyüdükçe büyür, beni her an patlayabilecek bir bomba haline getirirlerdi. vücudum ne kadar huzurlu hissederse hissetsin ruhum asla rahatlayamazdı bu yüzden.
yine de, insanın kendi düşüncelerinden kaçması korkaklıktı bana göre. duygularım ve düşüncelerim ruhumun bir parçasıydı. eğer ben onları oldukları gibi kabul etmeseydim, içimde büyüyerek beni yavaşça öldüreceklerdi ve gidip kendimi bir yerlerden atmamı sağlayacaklardı muhtemelen.
bu yüzden düşünmeyi seven bir insandım. ayrıca ne zaman öldürmemi sağlayacak bir hobim, ne de beni meşgul edecek bir işim olmadığı için bunu yapacak bolca vaktim olurdu. her ne kadar birbiriyle alakası olmayan çeşitli konulara sıkılana kadar kafa yormayı sevsem de, bir zamandan sonra delirmeye başladığımı hissediyordum. çok düşünmek kesinlikle sağlıklı bir şey değildi ve tedavisi de yoktu.
ama alışmıştım ya bir kere, şimdi engel olamıyordum. ne zaman fiziksel olarak yalnız kalsam bütün düşüncülerim ortaya çıkıp birbirleriyle tartışmaya başlıyordu. başım çatlıyordu ama sanırım bana huzur veren şey de buydu.
evet, tuhaftım biraz. düşüncelerimle yalnız kalmak hoşuma gidiyordu. beni delirtseler bile, onların beni diğer insanlardan çok daha iyi anladığını düşünürdüm çoğu zaman.
insanlar bunun kötü bir şey olduğunu söylerlerdi. sürekli düşünmek yerine anın tadını çıkarmamı, böyle giderse kafayı yiyeceğimi ve hayatımı bu şekilde yaşayamayacağımı iddia ederlerdi. muhtemelen haklılardı ama hoş, kafayı çoktan yemiştim ve yaşanılabilecek bir hayatım yoktu zaten benim.
rüzgarın sesinden başka bir şeyin duyulmadığı bu sessiz ve karanlık gecede de, yine kendimle başbaşa kalmıştım. sabah olana kadar burada oturur, güneş doğmaya başlayınca uyur ve ikindi vaktine doğru uyanınca da kendi kendime takılırdım. yani ben öyle ummuştum, planlarım büyük bir gürültü ve dağınıklıkla bozulana kadar.
daha ben ne olduğunu anlamadan gökyüzünden gelen büyük bir cisim, takip edemeyeceğim kadar hızlı bir şekilde balkon kapısının yanındaki camı parçalayarak evime dalmıştı. ani refleksle kolumu yüzüme siper ederek her yere dağılan cam parçalarından kendimi korumayı başarmıştım ama şok ve korku içerisinde yavaşça salona girdiğimde, bunun yerde yatan beden için geçerli olmadığını gördüm.
kısa kollu tişörtünün açık bıraktığı kolları ve boynu başta olmak üzere, her yerinde açılan kesiklerle cam parçalarının arasında yatıyordu. aklıma ilk ölmüş olma ihtimali gelse de yanına gidip nabzını ölçünce sadece bayıldığını anlamıştım. o hızla yere yapıştıktan sonra sağ kalması tuhaftı, ama sorgulamadım.
eh, tanımadığınız biri evinize gökyüzünden uçarak bodoslama dalsa ne yapacağınızı bilemezdiniz. ben de aklıma ne geliyorsa onu yaparak, onu koltuğa yatırıp elimdeki bütün tıp bilgisiyle pansuman yapmaya çalışmıştım. kesiklerin içinde cam parçası kalmadığından emin olduktan sonra yara bandıyla hepsini kapatmış, ardından da uyanmasını beklerken salonu temizlemiştim.
salon penceremi kırarak evime daldığı gibi duvarlarımı yıkarak kalbime de dalan lee taeyong, hayatıma böyle girmişti işte.
-
herkese merhabaaen sevdiğim film olan spirited away aka ruhların kaçışı'nı düşünürken gelen büyük bir ilham patlamasıyla bu fici yazmaya karar verdim, umarım seversiniz ve lütfen yorumlarınızı eksik etmeyin ♡