huzur.
bulunduğum binanın tepesinden yıldızları izlerken hissettiğim şey bu. karanlıkta otururken, hafifçe esen rüzgarın verdiği serinliğin tadını çıkarmak kalbimde kopan çığlıkları susturabilen tek şey. ya da belki de sadece çığlıkları daha çok yükseltiyor ve ben sağır olmaya başladığım için duyamıyorum, bilmiyorum.
altımdaki binanın tam olarak ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yok, bildiğim tek şey gerçekten yüksek olduğu. burada bulunma nedenim de bu zaten, yüksek olması. belki bir de şehirden uzak olması. her ne kadar lüks bir şeye benzese de sessiz ve sakin bir yerde bulunması, bunlar beni buranın ölmek için güzel bir yer olduğunu düşünmeye itiyor işte.
biricik (belki de eski) sevgilim taeyong ile tanıştığımız gece olduğu gibi düşüncelerimde boğuluyorum yine; hâlâ da bundan zevk alıyorum. taeyong hayatıma çok şey kattı ama beni biraz bile değiştirmedi çünkü. değişmemi hiçbir zaman istememişti zaten, beni böyle seviyordu o. belki hâlâ seviyordur fakat kendisinden üç aydır haber alamadığım için bilemiyorum.
belki ejderhalar diyarında tanıştığı yeni sevgilisiyle takılıyordur, belki de bana söz verdiği gibi geri dönmeye çalışıyordur. ikinci ihtimal için pek umutlu değilim, hiçbir zaman olmadım, zaten kaç katlı olduğunu bilmediğim bu binanın tepesinde bulunmam bunu yeterince açıklıyor sanırım.
hayır yani; evine gitmek için o kadar hevesliyken, bunun için günlerini gecelerine karıştırıp o kadar çabalamışken neden buraya geri dönsün ki? salaklık yapıp tutamayacağı, hatta tutmayacağı bir söz verdi işte. belki de biliyordu sonunda atlamak için buraya çıkacağımı, beni sevdiği için hayatımı biraz da olsa uzatmak isteyip bu yalanı uydurdu bir umutla beklerim diye. ama bilmiyor işte, elimi bırakıp gittiği gün kendisi öldürmüştü beni zaten.
ben jung jaehyun. yirmi üçüncü yaşımda, evime göktaşı misali uçarak giren ve sonrasında ejderhaya dönüşebilen büyülü bir varlık olduğunu öğrendiğim taeyong'a tutunarak hayat buldum. ondan önceki yirmi üç yılın hatırladığım kısmında hiç hissetmediğim şeyler hissettim, gerçekten yaşamak nasıl bir şeymiş öğrendim. diğer insanların aksine yedi kere doğdum ben; birincisi onu ilk görüşümde, ikincisi gözlerimin içine ilk bakışında, üçüncüsü bana ilk gülümseyişinde, dördüncüsü bana ilk sarılışında, beşincisi beni sevdiğini ilk söyleyişinde, altıncısı beni ilk öpüşünde ve yedincisi de onunla uyandığım ilk sabahta. yedi tane canım vardı benim, yedisi de çok değerliydi. ama biricik sevgilim taeyong, sadece elimi bırakarak yedisinin sonunu da aynı anda getirdi.
aptalın tekiydi benim güzel sevgilim, hep bana aptal derdi ama kendisi de öyleydi. sırf ölmeyeyim diye bir yalan uydurdu ve inanacağımı düşünerek beni bırakıp gitti. ama ne var biliyor musunuz, ben ona hiçbir zaman kızamadım. evini özlediği için akıttığı onca gözyaşını kendi parmaklarımla sildiğim için belki, ya da o hayatıma hiç girmese bile bir gün buraya geleceğimi bildiğim için. onu seviyorum, özlüyorum, hatta onun için üzülüyorum ama hiç kızamıyorum ona.
lee taeyong böyle biri işte. size hiç hissetmediğiniz kadar güzel hissettirir, sonra da sizi bırakıp gider. ama asla kızgın kalamazsınız ona, çünkü her seferinde gitmek için geçerli nedenleri olur. ya da siz böyle düşünürsünüz. ona o kadar aşık olursunuz ki, gitme nedenlerinin gerçekten geçerli olup olmadığını sorgulamazsınız bile. demek istediğim, şu halime bir baksanıza? ben ölmek, kendimi öldürmek üzereyken bile taeyong'a ne kadar aşık olduğumu düşünüyorum.
hayır, aslında kendimi öldürmüyorum. taeyong beni bırakarak sağ tarafıma sapladığı hançerle ruhumu, yani beni öldürdü çoktan. ben sadece onun hançerini sol tarafıma da saplayıp bedenimin boş yere acı çekmesini engelliyorum.
ayağa kalkıyorum ve taeyong ile ölüme bile gideceğimi söylediğimi hatırlıyorum, bu gülümsememe neden oluyor. hemen ardından da bir gözyaşı yanağımdan kayıp yere düşüyor, çünkü ben taeyong ile ölüme gidiyorum ama o benimle gelmiyor.
yavaşça zaten yakın olduğum kenara daha çok yaklaşıyorum, korkmuyorum. korktuğum şey unutulmak, geri dönmeyeceğinden emin olsam da gittiği yerde taeyong'un beni unutmamasını umuyorum. bizim sevgimiz her zaman karşılıklıydı çünkü, ben ona ne kadar aşıksam o da bana o kadar aşıktı. şimdi ben son saniyelerimi onu düşünerek harcarken onun beni unutmuş olması çok üzer beni, anlatabiliyor muyum?
gerçi zaten çok üzülüyorum. o hayatıma hiç girmemiş olsa bile bir gün buradan atlayacağımı biliyorum, ama yanımda kalıp bunu değiştirme şansı varken gitmesine çok üzülüyorum. ama yine ve yine, ona hiç kızamıyorum.
gülüyorum kendi kendime. sonlandırmak üzere olduğum hayatım benim için hiçbir şey ifade etmiyor, çünkü içinde taeyong'u bulunduran anılarımı bu hayattan saymıyorum. başka bir hayatıma aitti o anılar, o hayatım da çoktan sonlandı. o yüzden aldığım son nefesler bile değersiz benim için, zaten bu dünya'ya neden geldim bilmiyorum.
son kez yıldızlara bakıp kendimi boşluğa bırakıyorum. düşüyorum, düşerken hiçbir şey gözlerimin önünden falan geçmiyor. yine de düştüğüm bu süre bana çok uzun geliyor, ardından sona yaklaştığımı hissediyorum.
ama ölmüyorum.
zaman kavramım kuş olup uçtuğu için ne kadar olduğunu bilmediğim bir süre boyunca düştükten sonra, soğuk betonu ve vücudumu saran acıyı hissetmeyi bekliyorum ama öyle olmuyor. onun yerine yumuşak, beyaz tüyler hissediyorum. gözlerimi açıp ne olduğunu kavramayı başarınca ejderha sevgilimin ince bedenine var gücümle sarılıyorum ve ağzımdan büyük bir mutluluk nidasının çıkmasına izin veriyorum.
o anda sekizinci kere doğuyorum ve diğer yedi canımın hayata döndüğünü hissediyorum. taeyong bütün düşüncelerimi evime girerken kırdığı cam gibi parçalayarak beni son anda kurtarıyor, sözünü tutarak aylar geçmiş olsa da beni bulmayı başarıyor.
end.
⠀⠀
-
okuduğunuz için teşekkür ederim, umarım beğenmişsinizdir 💚