Karanfilli Madalyon

284 17 16
                                    

1982 senesinin Noel arifesinde, Roma'ya yaptığım bir haftalık tatilin tüm o koşturmaca dolu gecelerinden birinde kalbim ansızın bir adama kapıldı. Sonrası ise, içimde doğan apansız bir aşka rağmen pek iç açıcı olmadı. Çünkü bu hikaye her taraftan pembe begonyalar fırlayan, arada imkansızlıklar bulunan bir romantik komedi değildi ve kafa dinlemek adına çıkılan bir tatilde aşık olmak pekte mantıklı bir seçenek sayılmazdı. 

Sonuçta orada  bulunma amacım bunalmış, kendi içinde büyük buhranlarla mücadele eden ruhumu biraz tazelemek, kutsal ruhu hissetmek ve belki biraz da Sistine Şapeli'ni görmekti. Ama işler öyle bir hale gelmişti ki, bu olan olaylar silsilesi tüm ömrümü etkileyecek, bir dalga gibi vuracaktı kıyılarıma, yıkımı ise ömür boyu sürecekti. Beni bu nebze orta yerimden paramparça eden durum ise onu bir gecede bulup bir gün doğumunda kaybetmekti. Sonrası, her günümde, gecemde yankı bulan birkaç anıdan ibaretti. 

Bana, "Birer nehirdir hayatlarımız, ölüm denen denize doğru akan.* Ben doğduğum gün kuru bir nehir yatağıydım Baekhyun." Demişti.

Haklıydı. Chanyeol doğduğu gün toprağı çatlak, kuru bir nehir yatağıydı. Ve o gece, o her şeyin başlayıp sona erdiği gece, beni o kuru göl yatağında yürütüp yaralı parmaklarıyla ellerimden tutmuştu.

▪ ▪ ▪

"Bay Byun, hikâyenize devam etmeyecek misiniz?" 

Uzak diyarlardan gelen bir ses kulaklarıma ulaştığında, derinlerde yüzen zihnim sudan çıkan bir balıktan farksızdı. İnsanın belli bir yaştan sonra zihni mi vücudu mu daha yavaşlar, daha bir kaplumbağa hızına kavuşurdu, bilmiyorum. Ama benim 65lik zihnimde, bedenimde, gökyüzü damlalarını salıp odamdaki pencereye vururken aynı yavaşlıktaydı. Hava, her nefeste hissedilen kasvet ile gökyüzünün ortasında bir yarık açılmış kadar yağmurluydu ve kim ne derse desin buruşuk gözlerimi pencereden ayırmak öyle kolay bir iş değildi. Hele ki duvar saatinden gelen tik tak sesleri ve ocakta kaynayan çaydanlığın düdük sesi de eşlik ediyorsa. 

"Bay Byun."

Sesi yeniden kulaklarıma ulaştığında, huysuzca bakınmıştım karşımda oturan genç adama. İstemeden de olsa kızmıştım ona, bir an olsun gerçeklikten kaçmak için sığındığım düşlerimden uyandırmıştı beni diye. Ama insanlar zaten hep güzel şeyleri bozar, bir çuval inciri yokuş aşağı umursamazca yuvarlarlardı. Bu yüzden alınmanın veya gücenmenin bir anlamının olmadığı bilincine vararak burnumu kırıştırıp dönmüştüm ona. 

Her şey bir yana, yaşlılığın hediyesi olan kırışık ellerimde soluklanırken bakışlarım gücenecek neyim vardı diye bir düşünce geçiyordu beynimden. Hayır, cidden soruyorum. Benim gücenecek neyim vardı? Hayat yolundaki tüm istasyonları tamamlamış bir adamın, bu saatten sonra alınganlık edecek bir bahanesi de bulunmazdı, bulunamazdı. Hele ki karşısında onun aksine ömrünün baharında, tüm o yağmurların altında bile çiçekler yeşerten bir genç varsa...  Böyleydi işte, insan genç iken dalları yumuşak ve esnek, yaşlanınca ise kökleri taşlaşmış bir incir ağacıydı. Hoyrat ve yıkıcı, ama en çokta bir harabede yetişecek kadar yalnız bir incir ağacı. 

Tüm bu düşünceler,  zihnimin içinde surlar inşa ederken karşımda bacak bacak üstüne atmış genç adam gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Bir cevap bekliyordu ama benim konuşacak takatim bile yoktu. Yine her zaman ki gibi, birkaç sayfa kitap okusa sonra da beni bu dünyanın ortasında gibi duran rutubetli odamda bir başıma bıraksaydı olmaz mıydı? Sanırım, olmazdı. Çünkü bu her hafta perşembe günü, bana artık kelimeleri seçemeyen gözlerim yüzünden kitap okuyan çocuk, pek bir meraklıydı. 

"Hikâyeniz diyorum, yarım kalmıştı geçen gün."

Zar zor ayaklanıp titreyen ellerimle tutunurken bastonuma, çaydanlığa doğru ilerlemiştim. Su kaynıyor, baloncuklarla taşıyordu ama genç oğlan durmadan en kuytu köşe yaramı buluyor, o sudan daha kaynar volkanları patlatıyordu içimde bir yerlerde.

Bir Noel Gecesi Rüyası | chanbaekHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin