"Gerçekten tüm bu olanlar için bir açıklaman olduğunu mu söylüyorsun?" diye bağırdı Jackson Brooke. Yüz hatları her zaman olduğundan daha keskin görünüyordu.
Tıpkı onun gibi kollarımı iki yana açıp tüm gücümle bağırarak anlatmaya başladım.
İtfaiye aracından gelen tiz ses ve etraftaki insanların gürültüsünü bastırabilmek için bağırmam gerekiyordu.
Ancak henüz ikinci cümleme başlamamışken konuşma sırasını tekrar ele aldı ve bir süre alakasız şeyler zırvalamaya devam etti.
İçeride her zamanki sakarlıklarımdan birini yapıp kütüphanede olanlara sebebiyet verdiğimi düşünüyordu.
" Polisler benzin kullanıldığını söyledi!" derken omzuma sertçe çarpıp geçen adamın etkisiyle birkaç adım sendeledim.
Düşmemem için yakaladığı kolumu sıkıca tutup yüzünü benimkine yaklaştırdı.
" Evine git, Diana! Bir daha gelme. Bir daha seni görmeyeceğim." Her cümlesinin sonundaki noktayı zorlukla aldığı nefesleri ile koyuyor gibiydi. "Ama p--"
" Lanet olası polislerin ne dediği umurumda bile değil!"
Polis aracının içinde oturan memurlara doğru ölümcül bir bakış attıktan hemen sonra, kolumu yakalarken olduğundan çok daha şiddetli bir biçimde bırakıp uzaklaşmamı işaret etti.
Terlemiş olduğundan, saçları sokak lambasından yansıyan ışıkta parlıyordu.
Ağzımı tekrar açacağım sırada sıktığım yumruklarımı cebime sokup ona arkamı döndüm ve hızlı adımlarla uzaklaşmaya başladım.
Laf arasında küçük ve işe yaramaz bir beynim olduğunu söylerken takındığı yüz ifadesi hala gözlerimin önünden gitmiyordu.
Bay Brooke'un huysuz biri olduğunu biliyordum ancak onu hiç böylesine saldırgan bir halde görmemiştim.
Genelde insanlara iyilik ve kötülük konusunda fazla sert davranır, onlardan incelikli şeyler bekleyen ezici bir havaya bürünürdü; öyle ki, ona konuk olmak, kiliseye gidip en ön sıraya oturmaya benzerdi.
Fakat kimseye karşı sıklıkla hakaret içeren sözler kullanmazdı.Yolun karşısına geçip ceplerimdeki ellerimi çıkardım ve stresten terleyen avuç içlerimi üzerimdeki elbisenin eteğine sildim.
Gözlerim yaşarıyordu ancak henüz içimdeki kahkaha atma isteğini bastırabilmiş değildim.Dik tutamadığım bedenim ve çarpık adımlarımla bir zombiyi andırdığımı tahmin edebiliyordum ancak yakınımda hiçkimse olmadığından bunu düzeltmek gibi bir niyetim yoktu.
"Frankenstein." Arkamdan gelen sesi duyduğumda, henüz birkaç metre öteye attığım adımlarımı geri alıp mağazanın önünde durdum. Sokak lambası uzakta olduğundan yüzünü net olarak göremesem de sesinin tınısı kimliğini belirlememi sağlıyordu.
"Frankenstein?" Bir süre duruşumda bir değişiklik yapmadan dikildim.
Mağazanın önüne yerleştirilen zavallı banka uzanmış, ayaklarını saat gece yarısını geçtiğinden kapatılan kepenge yaslamıştı.
Elime gelen ilk şeyi suratına geçirmekle, bu şekilde anlamsız hareket etmesinin sebebini öğrenmek arasında gidip geliyordum.
Yaptığı hiçbir şeyin mantıklı bir açıklaması yoktu.
Ona neden etrafına kötülük saçtığını sormanın kibar yollarını ararken ayağa kaltığını fark ettiğimde beklemesini işaret ettim. İçime tuhaf bir his dokunup geçiyordu." Tanrım! Bunu neden yaptın?"
Sesimdeki ağlamaklı tondan kaçındım. Onunla nasıl konuşacağıma karar veremiyordum.
Ağlamaya başlayacağım sırada kahkahalarla boğulup bir süre ardından koşar adımlarla ilerledim.
Arkasına bakmıyor ve temposunu asla düşürmüyordu.
" Bir adın var mı?" Onunla hemen hemen aynı hizaya ulaştığımda ağrıyan bacaklarımı rahatlatmak için birkaç defa zıpladım.
Ciddi bir konunun ortasında olduğumuza dair tüm düşüncelerimi yitirmek üzereydim.
" Evet." dediğinde başımı uzun bir süre salladım.
" Eh, söyle öyleyse."
Dudaklarını ince bir çizgi haline getirip gözlerini alakasız noktalarda gezdirdi. Aklından geçenleri tahmin etmek zordu.
Cevap vermek yerine adımlarını daha da sıklaştırdığında onunla aynı hızda yürümeye devam ettim.
Belirsiz tavırları içimdeki tedirginliği tetikliyordu.
" Ben Diana," Gözlerimi devirip homurdandım. "Ama sen bunu biliyordun zaten."