Bir Perşembe akşamı, Rahibe Joanna kilisenin arka kapısındaki çimlerde yuvarlanan hasta köpeği ne yapacağını düşünüyordu. Tanrının evi yıpranmış ruhları kabul eder miydi ? Fakat hayvanın minik bedeni çamurla kaplanmış ve yer yer dökülen kısa tüyleri, yerine yenisi çıkmadığından renk değiştiren derisini açığa çıkarmıştı. Genç kadın, kendini ona üzülmekten alamıyordu.
Aynı saatlerde Melbourne'un en uzun binası olan Times Kulesi Frank'in başarısını tescilliyordu. Kirli sokakların ve her pencerede ışıldayan gaz lambalarının arasında beş katlık anıtsal bir bina olarak uzanıyordu, Golden Times.
"Tek bir sır" diye düşünüyordu Frank, Downs Melbourne şehrine baktığı tepeden atlamadan önce. Bu ülkenin tüm hikayesi kocaman bir sırdı.
Rahibe Joanna'nın merhametine yenilip hasta köpeği kiliseye aldığı ve Frank'in aklına sonun yaklaştığı fikrinin düştüğü dakikada doğduğumu zannediyorum.
Ya da klişe yollardan anlatılan bir ayrılık öyküsü yazım aşamasındayken. Bilemiyorum, fakat kesinlikle trajik bir olay yaşanmış olmalı. Nihayetinde benim trajedim 1950'lerin başında, kendini, bunalmış hissettiğinden şehrin en yüksek binasından atan Frank'inkinden daha güçlüydü. Joanna Allen'ın merhametinden de öyle.
Doğmak. Bir Rodden olarak doğmak.
Bu son nefesini vermek üzere olan bir kitap karakterininkinden çok daha büyük bir kayıp.
On sekiz yıl boyunca, kendini yenileyeyerek hızla büyüyen, tam olarak açıklayamadığım bir durum.
Kelimelere döküldüğünde diğerlerinden daha az anlaşılamaz olduğu hali "Rodden olmak" şeklinde ifade edilebilir.
" Burada işim bitti." İçine, sıcak tutması için çorap giydiğim kırmızı babetlerime ve daha sonra temiz asfaltta şakırtılar eşliğinde dans eden yağmur damlalarına baktım.
" Sanırım kendine bir bot alman gerek." Elim kapının tıpkı kendi gibi dayanıklı bir camdan yapılan kulpuna giderken arkamdan gelen kadife sesi dikkate almamaya çalışıyordum.
"Üç aydır paramı alamıyorum ve sanırım bu durumda nefes aldığıma şükretmem daha doğru olabilir."
Kapıdan geriye attığım birkaç adım sonrası ona döndüğümde son üç ayımın telafisini, elinde tuttuğu zarfta derlediğini umduğum patronumla göz göze gelemeyecek kadar kısaydım. Ya da o fazla uzundu, bunu bilemiyorum.
Bazen diğer çalışanların ona farklı lakaplar bularak espriler yapıp güldüklerini duyuyorum. Zürafa Jack, Sırık Jackson, kemik torbası...
Fakat ben, onunla ilgili herbirinden farklı, oldukça gerçekçi fakat düşüncesiyle dahi kahkaha artırabilir nitelikte bir fikire sahibim.
' Ellilerinin sonlarına yaklaşan bir Jackson, otuz yıldır yaptığı kütüphane işletiminde her gün iki rafa uzanmış ise, bu onun 1.95 olabilmesini sağlayab--" Ah! Hayır. Böyle değildi? Onu en son görüşümde merdiven yutmuş olabileceğini düşünüyordum, ve bir öncekinde ise gençken basketbol oynamış olma ihtimalini. Jackson'ı her görüşümde - ki bu genelde toz içindeki rafları temizlerken oluyordu- bunun bir sorun olup olmayacağına kafa yoruyor ve hiçbirinde bir sonuç alamıyordum.
" İşte üç ay." Üç ay.
Elindeki beyaz zarfa uzanırken, beklenmedik bir şekilde geri çekeceğini düşünmemiştim.
" Ve, Rodden, üçüncü koridordaki rafları silerken üzerine su döktüğün kitapların parasını kestim." Tırnaklarımı, terleyen parmaklarımın arasından kayan küçük çantama geçirirken başımı sallamakla yetindim ve uzanıp, yaklaştırdığı zarfı aldım.