Dakikalar akıp giderken oturduğum siyah koltuktan ayaklarımı yere uzatıp halının desenini inceliyordum. Aldığım nefeslere bile dikkat ediyordum. Ne yapmam gerekir, ne demem gerekir hiçbir fikrim yoktu. Keşke buraya hiç gelmeseydim diye düşündüm. Bir anlık cesaret gelmişti ve ben kabul etmiştim ancak şimdi bunun pişmanlığını yaşıyordum.
Göksu burada değildi. Kesinlikle değildi. Kampa güvenli bir şekilde ulaşmıştı ancak aynı şeyi kendim için de söyleyemezdim. Kampa Göksu'dan sonra gelmiştim ama Göksu'yu göremeyince çalışma saatinden kaçmak için diğer okulun kampına gittiğini düşünüp ben de buraya gelmiştim. Barış burada değildi. Uzun bir süre önce çıkıp "Hemen geleceğim, sen burada bekle." demişti. Ben de beklemiştim. Tam 24 dakika olmuştu. 24 dakikadır gözlerimi duvarda asılı duran saatten ayırmamıştım. Eh, bulunduğum yer benim olmayınca da etrafı karıştırmak iyi bir fikir gibi gelmemişti. Sıkıntıdan ölmek üzereyken kapı iki kez tıkatıldı.
Kim olduğuna bakmadan ahşap kapıyı açtım. Nihayet! Gelen kişi Barış'tı. "Çok bekletmedim, değil mi?" diye bir soru yöneltince kabalık olmasın diye "Hayır." dedim ama kesinlikle çok beklemiştim. Nedenini merak ediyordum o yüzden sorma gereği duydum. "Çok beklemedim ama yine de neden geç kaldığını merak etmiyor değilim." deyip kıkırdadım.
"Yolda bir hoca durdurdu. Aptal çalışma saatinden kaçtığımı diğer hocalara söyleyince biraz sorun çıktı." İçimden 'puhaha' diye anırsam da dışarıya vurmadım ve konuşmaya başladım. "Şey, bizimkiler beni merak etmiştir de. Özellikle Çağatay falan. Ben gitsem iyi olacak." deyince yüzü bir saniyeliğine düştü. "Pekala, seni bırakayım." Gülümseyip kapıdan çıktım ve kimseye görünmeden ormana kadar ulaşmayı başardık. Aslında onların kamp evi bizim kaldığımız kamp evine çok yakındı ama hocaların bir şeyden şüphelenmemesi için meydanda bulunmam gerekiyordu bu yüzden uzun yoldan gitmek zorunda kaldık.
Yol boyunca hiçbir şey söylemedi. Ben de sustum. En sonunda meydana geldiğimizde "Bıraktığın için teşekkürler." dedim. Bu sefer bir şey dememek yerine "Önemli değil." dedi, bu da bir gelişme. Tam arkamı dönüp gidecektim ki biri kolumdan tutup beni durdurdu. "Yaptığım iyiliklerin sayısı 3 oldu." dedi ve tekrar bıraktı.
Bir şey diyecektim ki çoktan yürümeye başladığını gördüm. Susup sinirle arkamı döndüm ve meydana doğru ilerledim.
*
Akşam yemeğinde bizimkilerle oturuyorduk. Sinem ve Göksu bir ara beni köşeye çekip kimsenin duyamayacağı bir şekilde nasıl geçtiğini sordular. Ben de bir hoca yüzünden geç geldiğini ve konuşamadığımızı söyledim. Asık bir suratla masaya döndük. Çağatay "Ne bu haliniz?" deyince "Bir şey yok sadece yemekleri beğenmedim de." dedim. "Baştan desene kızım, bizim kamp evinde abur cubur var, yemeklerin kötü olma ihtimaline karşı getirmiştik. Akşam gelin yiyip bir şeyler izleriz." Hepimiz onaylarcasına Çağatay'a baktıktan sonra yemeklerimizle oynamaya devam ettik. Aniden müdür içeri girip konuşmaya başladı.
"Çocuklar, kulağıma kamp dışına izinsiz çıkan bazı kişilerin olduğu haberi geldi. Bundan sonra gerek yemeklerde gerek çalışma saatlerinde yoklama alınacak ve o şahıslar belirlenecek. Bilginize." dedi ve yemeklerimize devam etmemiz için geri gitti.
Göksu, Sinem ve ben aynı anda bakıştık. Arda bakışmamıza dikkat edip "Bir sorun mu var?" dedi. Göksu hemen "Yoo, Ardacığım ne sorunu?" deyip yüzüne sahte bir gülümseme yerleştirdi. Arda Sinem'e bakınca o da aynı şekilde güldü. Arda da önüne dönüp Emre'yle konuşmasına devam etti.
Yemek sonrası hava kararmıştı ve karanlıkta sahile gidelim dedik. Koca denizde sadece 6'mız vardık. Birbirimizi bile zor görüyorduk ve açıkçası ben biraz korkuyordum. Normalde de denizden biraz korkarım ama bu sefer her yer karanlıktı ve dibini hiç göremiyordum. Ayağıma her yosun değdiğinde çığlığı basıyordum.
Bir süre sonra Sinem üşümeye başladı ve Emre'yle gittiler. Ee insanın sevgilisi olunca.
Göksu ve Çağatay birbirlerine su atıp eğlenirken biz Arda'yla 'napıyo bu mallar' bakışı atıyorduk. Arda yoruldu ve gitmeyi teklif etti ama ben daha durmak istiyordum. Çağatay, "Sen git ben dururum onlarla." deyince o da gitti ve üçümüz kaldık. Yüzme yarışları yapıp eğleniyorduk ve su gittikçe soğumaya başlamıştı. En sonunda Çağatay'ın şezlongun üstündeki telefonunun sesini duyduk. Etrafta kimse olmadığı için ve biz de havadan dolayı çok açılmadığımız için rahatlıkla duyulabiliyordu. Çağatay çıkıp kurulandı ve telefonu kulağına götürüp konuşmaya başladı.Birden altımda bir şey hissettim ve hislerimde yanılmamıştım. Ayağıma bir şey değdi ve yine çığlık attım. Göksu ilk başta yine yosun değdiği için çığlık attığımı düşünüp aldırış etmedi. Çağatay da telefonun ucundaki kişiye çok odaklanmıştı.
Hayır, bu kesinlikle yosun değildi. Beni aşağı çekiyordu. Bir el! Suya batmadan önce derin bir nefes aldım ve hemen suya battım. Saçlarım salıktı ve önüme geliyordu. Karanlık dışında bir şey göremiyordum ve gözlerim yanıyordu. Boşluğa kısa bir süre baktım ve hemen yukarı çekildim. "Gerçekten de şakayı abartan birisin."
Ses Barış'ındı. "Ama nasıl? Buraya nasıl geldin?" diye sordum. "Denizi gruplayamazlar ya." deyip güldü. "Uzun süredir yüzüyorduk sonra biraz açılmaya karar verdik o sırada senin ve arkadaşlarının seslerini duydum ve bir şaka yapayım dedim."
Yüzüyor'duk'. "Sen ve kim yüzüyordunuz?" diye sorunca arkamdan bir kız sesi "Ben." dedi.
Hızlıca arkamı dönüp kıza baktım. Sarı saçları ıslaktı ve gözünde deniz gözlüğü vardı. Gözlüğü çıkarınca çok kıskandığım bir renk, yeşil gözlere sahip olduğunu gördüm.
Barış araya girdi. "Burcu, tanıştırayım bu Janset. Diğer okuldan." dedi. Burcu elini uzattı. Ayaklarımı denizin dibindeki yumuşak kumlara koyup dikleşebildiğim kadar dikleştim ve elini sıkıp hemen geri çektim. Barış sözlerine devam etti "Janset, bu da az önce duyduğun gibi, Burcu." dedi. Burcu hemen araya girdi ve demesinden çok korktuğum şeyi söyledi.
"Sevgilisiyim."