Tek gözlü bir insan, bir körden daha eksiktir. Neyin eksik olduğunu bilir.
Victor Hugo***
Önümdeki katran rengindeki sıvıya bakıp, yüzümü buruşturdum. Bu kaçıncıydı? 145?150? Bilmiyorum... 135'den sonra saymayı bıraktım. Elimdeki kılıcı cebimden çıkardığım mavi ipliklerle işlenmiş mendille sildim. Bunu kimden aldığımı bile hatırlamıyorum. Kaç yüzyıl geçti? Sağ elimi, sol göğsüme götürdüm. Arada yaşıyor muyum diye yokluyordum nedense. Aynada kahve rengi saçlarıma baktım. Sivri çenem ve kocaman gözlerim. Burnumun üzerindeki benim ve altın oranına yakın yüz hatlarım. Bu bendim. Ama sadece ben. Bana ait ne bir anı ne bir ad vardı. Bu işe neden başladığımı bile unutmuştum. Elimdeki mendili sıktım. Üzerinde bir kaç kurumuş kan lekesi vardı. Ve işte sis. Yine geldi, beni almaya. Bu sefer nereye gidiyorum?
Mısır-M.Ö 362 Nisan 3
Elimdeki testiyle amaçsızca çöllerdeydim. Hafif kumral tenim kızgın güneşin altında biraz daha karaya çalıyordu. Ayaklarım kendini salmak üzereydi. Kimi öldürmeliydim? En kötüsü ben neden böyle düşünüyordum? Birini öldürmem gerektiğini içgüdüsel olarak biliyordum ama bunu neden yapmam gerektiği hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Rüzgar, usulca sallıyordu palmiye ağaçlarını tıpkı bebeğini uyutan şefkatli bir anne gibi.
Anne... Bu kelime bana çok yabancıydı. Yaşımı bilmiyordum. Tek bildiğim, farklı zamanlarda yolculuk yapıp birilerini öldürmem gerektiğiydi. Bunları neden yaptığımı ve nasıl böyle bir yola çıktığımı anlamıyordum. Gerçi sorgulamanında mantığı yoktu. Sonuçta artık eli kana bulanmış katilin tekiydim ben. Çoktan yitirmiştim beni ben yapan çoğu şeyi ve bana ait her şeyi... Ne kadar yürüdüğümü bilmiyorum. Ama artık ayaklarım uyuşmuş, ağzım kurumuş, gözlerim iyiden iyiye kaymaya başlıyordu. Kollarımın mecali kalmamış, nefesim kesilmeye başlamıştı. Bu nemli hava ve gözlerime kaçan toz, iyiden iyiye olan mecalimide benden çalıp gidiyordu.
Bedenimi daha fazla ayakta tutamayacak olduğumu anladığım an, çoktan hareketsiz bir şekilde yerde kıvrılıyordum. Gözlerimi geceye çalan gökyüzüne diktim. En azından güneş artık tepede değildi. Kesik bir nefes almaya çalıştım ama yanan ciğerlerim buna müsade etmiyordu. Hayır, geceye çalan gökyüzü değildi; benim gözlerim kapanıyordu... Biri bulur muydu beni? Bilmiyorum...
O sırada Firavunun sarayı ;
'Yüce Firavuna selamlar, Amon-Ra sizi ve soyunuzu korusun!'
Bakanlar, Firavun'un etrafında sıraya girmiş ona secde ediyorlardı. Firavun gözlerinin etrafına sürdüğü kalın ve katran kadar siyah sürme ile onlara küçümseyici bir bakış attı. Yalakalar, diye düşündü. Hepsi bir avuç yalaka. Haklıydı. Canları için onurlarını satmıştı bu adamlar. Ama piyonların onurlu mu onursuz mu olduğu pek önemli değildir, kaderleri nasıl olsa Şah (Kral) için ölmektir. Yüzündeki tiksintiyi silip, gülümsedi. Ama hâlâ bakışlarından belliydi onları küçümsediği.
"Nil nehri aktıkça Amon-Ra' nın bereketi üzerimizde olacaktır"
Kral bu sözleri o kadar iddialı ve onurla söylemişti ki sanki iki gece önce ki olan, vahşetle hiç alakası yoktu.
M. Ö 362 Nisan 1
Teb'de her zamanki gibi bir şenlik havası vardı o gün. Çünkü bugün üçüncü prens Jeon'un doğum günüydü. Sarayda güzel bir telaş hakimdi. Jeon o gün -her doğum gününde yaptığı gibi en azından öyle varsayıyordu- annesinin mezarını ziyaret ediyordu. 24 yaşına basıyordu bugün. Ve Firavun onun için büyük bir ziyafet vermek istiyordu. Tabii ki bu ziyafet öylesine küçük bir şey değildi. Aynı zamanda Jeon'un tahtta hakkı olduğunun anlamına geliyordu. Cariyenin çocuğunun tahta hakkı olacaktı, çocukluğundan beri görünmez olan hizmetçilerin bile itip kaktığı o çocuk, annesi ölünce tek limanını kaybetmiş bir gemi gibi dalgalar ve rüzgar nereye isterse oraya gider olmuştu. Daha bir hafta önce savaştan dönmüştü. Kraliçe, Firavun'u annesi öldükten hemen sonra, onu -Jeon'u- savaşa komutan olarak göndermeye ikna etmişti. Öleceğinden o kadar emindi ki. Ama o 8 yıl sonra büyük bir zaferle gelen efsanevi bir komutan olmuştu. Kızların dilinden düşmüyordu artık ve bir anda arkadaşı gibi davranan insanlar çıkmıştı piyasaya. 16 yaşında annesinin ölüsünü bile göremeden savaşa gitmişti. Gitmeden, Teb'den aldığı toprakla annesinin mezarının toprağı diye küçük bir mezar kurmuş ve sessizce o toprağın yanında ağlamıştı gecelerce. Ve şimdi gerçek anlamda mezarındaydı. Her doğum gününde bir toprak parçasına ağlarken, şimdi annesinin mezarındaydı.
'Abi! Jeon abi! Babam seni bekliyor'
Yanına koşan küçük kardeşi Ivy'di. Ivy, sarı saçları ve yeşil gözleriyle, küçücük burnu, tavşan dişleri, ince dudaklarıyla ve Nil kadar şeffaf kalbiyle Teb'in masallarından fırlamış bir peri kızı gibiydi. Buradan geçen bir İngiliz tüccarının kızından dünyaya gelmişti. Yani bir cariyeden. Jeon ile aynı kaderi paylaşmasa da ona yakındı. Sonuçta bir cariyenin çocuğu pis kandı. Tahta hakkı olmayan bir böcek.
Jeon, kardeşi Ivy'i kucağına aldı. O gittiğinde henüz 3 yaşındaydı. Şimdi neredeyse 4 yıl sonra 15 olacaktı ve yaş seramonisi yapılacaktı.
'Çok büyümüşsün!'
Ivy kıkırdadı. O kıkırdığında sanki dünyayla anlaşmış gibi, tatlı bir rüzgar sardı etraflarını. Ya da belki de Jeon öyle hayal etmişti.
'Evet, çünkü Jeon abimle evlenmek istiyorum!'
Jeon bu çocuksu hayaline gülümsedi. Evet kardeş kardeşe evleniyordu. Ama Jeon'un yaklaşabildiği tek kadın Ivy'di ve Ivy onun için kardeşten başka bir şey değildi. Bunca zaman savaşta sadece ölüm ve kan görmüştü. Çok ihanete uğramıştı ama vücundaki o yaralara baktığında her gece, bunları hatırlayıp insanları tanımayı öğreniyordu. Ah.. Bir de güvenmemeyi.
Jeon, kıpır kıpır olan kızı yere bırakıp elini tuttu. Beraber uzun bir yol aldılar.
O akşam herkes kafası hoş ve sarmaş dolaştı. Yüzü gülmeyen tek insan Jeon'du. Yanındaki boş tahta baktı. Orada şu an annesi olmalıydı. Herkesin yokluğuna kabullenmişti ama konu annesi olduğunda...aldığı nefes bile onu boğuyordu, bazı geceler bile sebepsiz yere uyuyamıyordu. Sonunda kral kalkıp konuşmaya başladı. Jeon dinliyormuş gibi yaparken, aklındaki buzulları eritmeye çalışıyordu. O kadar kayıp vermişlerdi ki askerlerin ailelerine, taziye ziyareti bile yapamamıştı. Evet Jeon acımasızdı. Evet, savaş alanının 'cehennemin kapısı' olarak nam salmış komutanıydı. Ama insandı, insanlığın verdiği acımasızlığı tadıyordu sadece. İnsan olmayı bilen bir canavardı o.
".. Jeon'un annesi..."
Jeon, kafasından vurulmuş gibi aniden kafasını kaldırdı. Kral ne hakla annesinin adını ağzına alırdı. İşte olan o an olmuştu. Jeon tam anlamıyla kralın kafasını göz açıp kapayınca kadar kesip bedenini merdivenlerden yuvarlayıp, salondakilerin ortasında durmasını izledi. Kısa bir sessizlik.. Daha sonra canı için koşuşturan insanlar..
Jeon önündeki kafanın yanına düşmüş tacı kafasına taktı, daha sonra dudaklarından döküldü sözcükler. Dışarı kaçmaya çalışan insanlar yerlerine çakılmıştı. Öyle bir sesti ki bu sanki gök gürlüyordu.
"SAVAŞTAN DÖNERKEN BİR ŞOK GEÇİRDİM. TANRI BANA ARTIK MISIRI BENİM YÖNETMEM GEREKTİĞİNİ SÖYLEDİ. AMON-RA BANA SARILIP BU TACI KAFAMA TAKTI! BUNDAN SONRA FİRAVUN BENİM! İTİRAZINIZ VARSA, CANINIZI ALMAK İLE KALMAM!"
İşte o an, kraliçe ölmüş kocasına bile tepki veremeden herkes Jeon'a secde etmişti.
Merhaba bebekler, bu benim ilk hikayem değil. Öncesinde @taetne hesabından yazıyordum. Ama şifreyi unutunca yeni bir başlangıç yapmak istedim. Beynimin her bir köşesinden kurgu fışkırınca dedim neden sizinle tanıştırmıyorum? Her pazar yeni bölümlerle görüşmek üzere!
Gününüz kalbiniz kadar güzel geçsin miniklerim
.
.
.Eh bir de vote ve yorumunuzu eksik etmezsiniz değil mi? :")
ŞİMDİ OKUDUĞUN
☥ Firavun'un Gözdesi ☥ //kookv
FanficVe cehennem boş, şeytanların hepsi burada. (William Shakespeare) Başlangıç; 09.09.2020 Bitiş;