𝘞𝘩𝘦𝘯 𝘐 𝘊𝘭𝘰𝘴𝘦 𝘔𝘺 𝘌𝘺𝘦𝘴
Taehyung
İnce gözleri, keskin bakışları vardı. Ne zaman yüzünü bana dönse sanki istediği oyuncağı almaya yaklaşan bir çocuk gibi dudaklarının kenarında hafif bir sırıtma oluşuyor, bakışlarındaki soğukluk az da olsa kayboluyordu. Bir iki kere de olsa gülümsemesini görmüştüm, kısılan gözleri ve savunmasızca yüzüne yayılan sıcaklıkla tamamen farklı biri oluyordu adeta. Hala adını bilmiyordum, sesini bile başkaları ile konuşurken az çok duymuştum.Şu an onu neden düşündüğümü bile bilmiyorum, sadece bir alışkanlık olmuştu benim için. Buraya, hayatımın rayından çıktığı bu yere her geldiğimde onu arıyordu gözlerim nedensizce. Ama onun gözleriyle nefes aldığım bu yerde onu görememek, ona bakamamak...
Kaç gün olmuştu onu görmeyeli, nefes alamayalı..? İki, üç, dört... Kaç gün? Gerçi zaman kavramını yitirmiş bana sorulacak belki de en saçma soruydu bu; okula gideceğim günleri bile karıştıran ben, haftanın hangi gününde olduğunu takip etmeyi çoktan bırakmıştım. Ama bugün, Namjoon Hyung'un dediğine göre bu akşam geri gelecekti. Her zamanki gibi yaptığı; sanki bir karadelikmiş gibi, insanı içine çektiği, bir saniye olsun gözünü kaçırmak istemediği, çünkü kaçırınca büyüsünün bozulacağını, nefes alamayacağını düşündüren gösterisini yapıp yapmayacağını bilmiyordum. Neden günlerdir gözlerini benden mahrum bırakan saatlerin, dakikaların sayısını bilmediğim gibi bunu da bilmiyordum.
.
.
.
Kafamın karışık, aynı zamanda uyuşuk olduğu günlerden birindeydim yine. Lanet olası okula gitmem gerekiyordu; üstelik bugün derslerim hep öğleden önceydi, bu da demek oluyorduki gözlerimi açık tuttuğum saat sayısı normalden fazla olacaktı, benim normalimden fazla... Yatağımdan kalkar kalmaz yaptığım ilk şey okulda geçen zamana katlanabilmek için aldığım düşük dozdu. Buna ne zamandır devam ettiğimi bile hatırlamıyorum, çoğu şeyi hatırlamadığım gibi. Evden kahvaltı yapmadan çıktım yine, çok iştahım da yoktu zaten. Tanıdık yolları geçerken Yoongi Hyung'u aradım.
-Alo... Hyung
-Efendim Tae, bir şey mi oldu?
-Yah, Hyung ben seni illa bir şey olduğunda mı arıyorum?
-Evet..?
-Hyung!
-Tamam, tamam dinliyorum.
-Bugün gelecek misin diye soracaktım.
-Bilmiyorum, Hoseok'a bağlı; bu aralar onunla ilgilenmediğimi söyleyip duruyor.
-Tamam.
Telefonu kapatıp çantama attım; hayatı tepetaklak olmuş bir insana göre gayet iyi konuşmuştum bence, ya da o kadar uzun süredir bu haldeydimki alışmıştım artık.
En sonunda okula varmıştım, aslında bugün çok dersim yoktu tek sıkıntım erken olmalarıydı. İlk dersim Seksoloji olduğundan Kuzey Kampüs'e gitmeme gerek yoktu. Amfiye girip hocayı beklemeye başlamadım. Böyle konuştuğuma bakmayın, bu konulara ilgili olduğum için okulun gözde öğrencisiydim.
. . .
Ders bittikten sonra Namjoon Hyung'un mekanına gitmek için okuldan çıkarken koridorda Hoseok'u gördüm, çok bir samimiyetimiz yoktu ama Yoongi Hyung'un sevgilisi diye selam verip geçmiştim. Barın önone geldiğimde ise 'Acaba geldi mi?' diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum.
Jimin
Derin bir nefes aldı genç, üstündeki ince ceketi iyice etrafına sardı ve adımlarını hızlandırdı. Hava kararmaya yüz tutmuştu, insanlar yavaş yavaş bara doluşmaya başlamıştı. İçeri yürürken gözlerini zemine kitlemiş, dikkatleri üzerinden savmaya çabalıyordu. Aldığı birkaç günlük izin yaşadıklarını üzerinden atamaya yetmemişti belli ki. O kirli ellerin izi silinememişti üstünden hala, ve belki de hiç silinmeyecekti.Soyunma odasına girmesiyle dişleriyle işkence ettiği dudaklarını bıraktı sonunda, içinde hapsettiği nefesi ise bir iç çekişle terk etmişti göğsünü. Yavaşça aynanın önüne geçti; perçemleri gözlerinin önüne dökülmüş, kapamıştı güzel yüzünü.
"Kendine gel Park." Önüne düşen saçları kabaca geriye attı. "Bunun seni yumuşatmasına izin mi vereceksin cidden?" diye sordu kendine, bakışlarındaki sertlik değişmemişti halbuki. "Hah! Sanki buna izin verirmişim gibi!" Umursamazca ellerini savururken yere saçılan eşyaları umursamamıştı bile.
Aynalı masadan birkaç adım geriye çekildi, şansına makyajı hala bozulmamıştı. Ceketini yavaşça çıkarıp yanındaki kanepenin üstüne attı, dağılmış saçlarına da hafifçe geri şekil verdi. Ne kadar geri gelmek için çokça tereddüt etse de üstündekiler her zamanki gibi özenle seçilmişti. Dar, deri pantolonun üzerine yakası açık beyaz ipek bir gömlek geçirmiş, açıkta kalan gerdanını kumaş bir tasmayla süslemişti. Duvardaki saate döndü gözleri; gösterisine az kalmıştı, yaklaşık bir beş dakika. Masanın önündeki sandalyeye oturdu bacak bacak üstünde, bakışları yerdeki kırılmış makyaj malzemelerinde gezinirken sahneye çağırılmayı bekledi.
Taehyung
İçeri girdiğimde her zamanki gibi alana yoğun alkol ve ter kokusu hakimdi, uzaktan gelen Meth'in kokusunu almamış değildim. Bizim gibiler, özellikle yoksunluk yaşayanlar saatli bomba gibi pimi çekildiği an patlarlardı; ve bunun için kokusu ya da görüntüsü yeter de artardı, bazı zamanlar düşünmek bile bombayı patlatmaya yeterdi. Tahmin edebileceğinizden daha kuvvetli bir şekilde.Gözlerim buraya her geldiğim zamanki gibi onu aradı; gelmiş olmasını ümit ediyordum, bundan da başka çarem yoktu zaten. Her zamanki yerime geçip onu beklemeye başladım, şu an onu görmeye her şeyden çok ihtiyacım vardı. Zihnimi bir süreliğine olsa da durdurabilen, etrafımdaki dikenli sarmaşıkları az da olsa rahatlatıp nefes almama yardımcı olabilecek sadece o vardı.
Birkaç saat sonra sahneye o çıkıyordu, gelmişti Park Jimin, kurtarmıştı beni bu amansız özlemden... Sıra ona geldiğinde her zamanki gibi kalabalıktan gürültüler gelmeye başlamıştı. Yanlış anlamayın, hakaret değil büyülenme sesleriydi bunlar; sadece benim kulağıma gürültü gibi geliyordu. Orkestra başladı; o süzüldü, tüy kadar hafif, beni içine çekebilecek kadar güçlüydü. Adımları sanki benim için atılmış gibiydi, onu takip etmem için; gittikçe beni içine çekti... Bakışları; her şeyden farklıydı, ne benim içindi ne de kendisi için, sahneye aitti onlar. Gösteri bittiğinde ben de unutmuştum her şeyi, yenilenmiştim adeta. Ama o... Onda bir tuhaflık vardı. Etrafına dalgın gözlerle bakıyordu ki, bu onun gözlerinde alışık olmadığım bir görüntüydü. İçki almak için uzaklaştığım süre zarfında bir şey olmuş olmalıydı; şimdi ise hayatı buna bağlıymışçasına arka tarafa, müşterilerin olmadığı terasa gidiyordu.
Jimin
Ağır adımlarla sahneye çıkarken gözlerine tanıdık bir sima takıldı gencin, keskinleşmiş bakışları ve ısırmaktan kızarmış o dudakları unutmak zordu tabii... Sebepsizce hafif bir gülümseme isteği doğmuştu içine, içinde olduğu boktan durumu az da olsa unuttururmuşçasına. Ancak buz kesen bakışlarını sıcak bir tebessümle bozmak Park Jimin'in sahnesinde yapacağı en son şey bile olamazdı. Üslubunu bozmadan gösterisine başladı, arada gözleri diğer gence kaymıyor da değildi. Vücudu usulca melodiye eşlik ederken bakışları da karşıdaki gözlere eşlik ediyordu. Zaman kendini fark ettirmeden geçmişti yine; yirmi dakika, otuz dakika... Kim bilir? Gösterinin bittiğini ancak kapanan perdelerle fark edebilmişti. Her ne kadar bugün lanetler okuyarak gelmiş olsa da buraya, sahne onun ait olduğu yerdi, kendi de bunu gayet iyi biliyordu.Seri adımlarla arkadaki merdivenlerden kalabalığa karışmaya indi, elleri cebindeki sigara paketini yokluyordu. Cebinin boş olduğunu bilse de şu lanet alışkanlığından bir türlü kurtulamıyordu. Sinirle çatık kaşlarını bastırdı ve sigara paketini almaya, soyunma odasının yolunu tuttu. Sonunda kapının önüne gelince kenarda dikilen adamı umursamadan içeri daldı, kabaca paketi cebine sıkıştırdı, düşünmek için fazla meşguldü.
"Hey" Aşina olmadığı bir ses işitti odanın içinden...
Beğendiyseniz oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın lütfen <333
ŞİMDİ OKUDUĞUN
𝐁𝐥𝐚𝐜𝐤 𝐖𝐢𝐧𝐞 | 暗闇
Fanfic[𝐯𝐦𝐢𝐧] Görmemiş, tatmamış olmayı dilerdim. Seninle hiç bir olmamış, hayal kurmamış olmayı...