(Hasan adlı bir çocuk İstanbul'dan, dilini bilmediği bir ülkeye gitmişti. Orada çok sıkılıyordu.)
Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir eskiciyi çağırdı. Evin avlusuna sırtında çuval kaplı, yayvan bir torba, rlinde bir küçük iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kılıklı bir adam girdi. Torbasında da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordu.
Halası ile hasan, eskicinin önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizdiler.
Eskici,iskemlesine oturdu. Hasan da merakla karşısına geçti.
Bir aralık nerede, kimlerle olduğunu unuttu, dalgınlığından aba diliyle sordu.
-çiviler ağzına batmaz mı senin ?
Eskici, başını şaşkınlıkla işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan'ın yüzüne baktı:
- türk çocuğu mysun?
- İstanbul'dan geldim !
-Ben de o taraftan... İzmit'ten
Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle adam yeniden sordu:
- ne işin var burada
Altı aydan beri susan Hasan durmadan, dinlenmeden, nefes almadan konuşmaya başladı.
Eskici hem çalışıyor hem de yurdunun bir deresini, bir rüzgârını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli hem yaslı dinliyordu. Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu.
Fakat sonunda bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti.
Hasan, yüreği burkularak sordu :
- Gidiyor musunuz ?
- Gidiyorum ya, işimi tükettim.
Ozaman gördü ki memleketlisi küçük çocuk minimini yavru, ağlıyor... Sessizce, titreye titreye ağlıyor.
-Ağlama, ağlama !
Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu duyan çocuk,hıçkıra hıçkıra, ağlıyordu ; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlıyordu.
-Ağlama diyorum sana ağlama
Bunları derken onun da katı, nasırlaşmış yüreği yumuşamıştı. Önüne geçmeye çalıştı ama yapamadı, kendisini tutamadı. Gözleri doldu ve gözyaşları sakallarından aşağı döküldü.