04

448 49 89
                                    







Günümüz...





Yaklaşık otuz dakika önce uyanmıştım.

Saçlarım dün geceden ıslak yattığım için başımı ağrıtıyorlardı ama bu midemdeki his kadar yoğun değildi. Orada bir şey vardı ama duygu olup olmadığına da karar veremiyordum. Nefes aldıkça batıyordu. Nefesimi tuttum.

Geceden beri hiç kıpırdamamıştık. Ben çok dağınık yatmazdım, yattığım gibi kalkardım ama o genelde uyurken yatağı birbirine katan birisiydi. Koltukta yaptığı tek şey nefes alıp vermekti, uyandığımdan beri uyuyordu. Kalkmak için bekliyordum, belki de biraz kendimi kandırıyordum.

Çünkü çok sarılmazdı bana. İyi bir insandı aslında. Bu söylediklerimin hiçbirisi onu kötülemek için değildi. İçimi sadece dökmem gerektiği için anlatıyordum, çünkü artık akan kanın üstüne bir süre sonra peçeteyi koymam gerektiğini biliyordum.

İyi birisiydi evet, ağlayan birisini gördüğünde dayanamazdı, tanısın tanımısın bir merhabasını alırdı. Ya da yanında birisi takılıp düşse, eğilip tutar ve kaldırırdı onu. Birisiyle çarpışsa onun hatası olmasa bile özür dilerdi. Sadece ilişkilerde iyi değildi.

Elini elimin üstünden ittim ve kolunu üstümden atarak doğruldum. Kıpırdansa da, yokluğumu çok sorgulamadan diğer tarafa dönüp uyumaya devam etti. Elimle yüzümü ovup koltukta uca doğru kaydım ve merdivenlere yöneldim.

Bunu yaptığıma inanamıyordum. Karşısında ağladığıma inanamıyordum. Yanaklarım kaşınıyordu.

Odama girerek telefonumu çantamın içinden çıkardım ve herhangi bir arama var mı diye kontrol ettim. Jisoo aramamıştı. Namjoon mesaj bırakmıştı sadece. Cenazenin öğlen 12'de ailesinin evlerinden kalkacağını söylüyordu. Gözlerimi kapattım. İşte buradayız. Bu noktada.

Ölmüştü.

Öyleyse neden delirmemiştim? Neden kırıp dökemiyordum, neden indiremiyordum camı çerçeveyi? Dışarıyı izlemek için açtığın perdenin boynuna dolanışını yok saymaya çalışıyorsun ama var. Uyuyamadığın koltuklardan bin tekme yiyorsun. Hele bir de o solukların seyrekleşmesi yok mu... Ciğerlerimi dolduran havanın bile benden nefret etmesi var artık. Her şeye tamam dedim, ölümüne tamam, benim bu kibrime tamam.

Nasıl hissediyorum biliyor musun? Şimdi dokunduğum her şey elimde kalacak. Her yeni sayfayı açtığımda bulaşan eski mürekkebin izini görmek var artık. Benim savaşım sadece kendimle, bu yüzden beni ağlarken izleme.

Benim hüznüm de kapıyı pencereyi indirişim de böyle.

Elimi yüzümü yıkayıp yüzüme kapatıcı ağırlıklı bir makyaj yaptım ve gözlerime ve dudaklarıma dokunmadan dolabıma yürüdüm. Şimdi, siyah giyinmem gerekiyordu değil mi? Giyinip siyah uzun kabanımı ve telefonumu alıp merdivenlere yöneldim. Salona uğramadan mutfağa yürüdüm.

Eşyalarımı masaya bırakıp kahve yapmak için kahve makinesinin önüne yürüdüm. Hazneye su koyup seramik bir fincanı makinenin boşluğuna koydum. Bir tane kapsül alıp makinenin içine attığımda, onun sesi mutfağın içinde duyuldu.

"Günaydın." dedi. Omzumun üstünden ona baktım. Omzunu mutfak kapısının pervazına yaslamış, bana bakıyordu. Gözlerimizi ayırmadan kafamı olumlu anlamda sallayıp önüme döndüm ve makinenin tuşuna bastım.

"Bana da yapar mısın?" Sabahları aç karnına kahve içince karnın ağrırdı.

"Yaparım."

Yüzünü yıkamak için lavaboya gittiğinde makinenin diğer gözüne onun için bir bardak bırakmıştım. Bir kaç dakikanın sonunda o kağıt havluyla yüzünü kurulayarak mutfağa girmiş, bende olmuş sıcak kahvemle mutfağın ortasındaki uzun bar taburelerinden birisine oturmuştum.

"Birazdan cenazeye gideceğim, evi kilitlerim. Sende git artık."

Bardağını makineden alırken, konuşmamla hafifçe dudaklarını ıslatıp arkasını dönmüş ve yüzünü görüş açıma sokmuştu. Şimdi elinde bardağıyla, tezgahıma yaslanıyordu.

"Birlikte gideriz, neden aynı yere ayrı ayrı gidelim ki Jennie? Yağmur yağıyor zaten." Hep ayrıydık aslında, sen de biliyorsun.

Bir kaç saniye yüzüne baktım, bir şey söylememiştim ama en sonunda dudaklarımı araladığımda "Kendim gideceğim." diye yineledim. Sesim zayıf çıkıyordu. Boğazımı temizleyerek kaşlarımı hafifçe çattım ve bardağımı ağzıma götürdüm.

Oraya kendim gitmem gerekiyordu. Üstelemedi.

"Bütün bunların hiçbirini yapmak zorunda değilsin." diye mırıldandım bir kaç saniye geçince, buzdolabının üstüne astığım fotoğrafları incelerken.

"Neleri yapmak zorunda değilim?" diye sordu. Yeni uyandığı için sesi normalden daha kalındı.

"Bunları işte."

"Neleri, Jennie?"

"Yanımda durmak zorunda değilsin, intihar etmeyeceğimi söyledim sana."

"Zorunda olduğum için mi burada olduğumu düşünüyorsun?" dedi, ona bakmasam da kaşları çatıktı şimdi, hissedebiliyordum.

"Bunu diyerek mi kandıracaksın beni?" dedim hafifçe sırıtıp fotoğraflardan gözlerimi ayırıp ona dönerken. "Sen." dedim kafamla onu işaret ederken. "Bunu gerçekten soruyor musun?"

Kahve bardağını tezgaha bıraktı ve oradan ayrılarak yanıma yürümeye başladı. "Neden böyle konuşuyorsun?"

"Nasıl konuşuyorum?" diye sordum kaşlarımı çatıp yanıma gelmesini izlerken.

"Ne olacak, biz kavga ettiğimizde sen öfkeni atabilecek misin içinden? Bunun için mi çabalıyorsun?"

"Hiçbir şey için çabalamıyorum." dedim anlamsızca yüzüne bakarken. "Bu sefer git diyen ben olduğum için mi öfke atmak isteyen de ben oluyorum?"

Hemen yanımdaki duvara yaslamıştı şimdi sırtını. Gözlerimin içine baktı. "Ben sana hiçbir zaman git demedim."

"Gel de demedin." dedim. Ve ben kapının önünde zavallı bir çocuk gibi beni içeri almanı bekledim.

Dudaklarımı kapattım. "Şimdi o öldü diye yanımdan ayrılmıyorsun, sonunda bana bir vicdan bulabildin de içinde, acıyor musun?"

Gözlerini kapattı ve sırtını duvardan ayırıp aramızdaki bir adımlık mesafeyi kapatmak istedi. Tam yüzümü avuçlayacağı sırada kendimi geri çektim ve elleri havada kaldı. Bir kaç saniye yüzünü izledim. "Bir gün, iki gün ya da en fazla üç gün. Toparlarım. Sen yokken de toparladım."

Sandalyeden inerek masadan telefonumu ve kabanımı aldım.

"Çıkarken kapının anahtarını sarmaşığın yapraklarından birisine asarsın."

İşte böyle. Elinin değdiği her şey kalır elinde. Sende kalsaydın keşke bende.

where do bitches with blues go?Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin