"Ellerine sağlık çok güzeldi."
"Ben geyiği tercih ederdim!"
Hala geyik yüzünden bana kızgındı anlaşılan. Ne yapsaydım? Pişman değilim.
Tavşanı alıp bir kulübeye gelmiştik. Kampımı bulmalıydım ama dünden beri hiçbir şey yememiştim ve de o da açtı o yüzden mecbur kulübeye gelmek zorunda kalmıştım. Küçük tatlı şömineli bir kulübeydi. Şimdi de çaya benzer yeşil renkli sıcak bir içeçek içiyorduk. Kokusu çok güzeldi.
"Tek mi yaşıyorsun?"
"Maalesef evet. Birkaç sene öncesine kadar babamlaydım. Derin bir nefes aldı. O kara lanet onu benden almadan önce."
"Kara lanet mi?"
"Evet ormanda ilerleyen o ruh emici." Ne diyordu bu şimdi. Ne laneti? Ona sorgulayan gözlerle bakmış olacağım ki anlatmaya başladı.
"Ormanda yavaş yavaş ilerleyip büyüyen bir leke var. Mantar, küf gibi. Yayıldıkça ne var ne yoksa öldürüyor kuruyor. Ağaçların, çiçeklerin hatta o gördüğün tatlı mantarların bile ruhlarını emiyor, karartıyor. Heykelleştiriyor... Babam bu laneti durdurmak için gitti ve asla geri dönmedi. O pislik babamı da aldı benden."
Şimdi burasının normal bir yer olmadığını anlıyordum. Burası geldiğim yer değildi. Burası belki de... Yoksa burası hocanın anlattığı efsanedeki yer mi? O koca ağacın başka dünyaya açılan bir kapı olduğu düşünülüyordu. Acaba o kapıdan yanlışlıkla geçmiş olabilir miydim? Söz konusu bensem cevap netdi. Kesinlikle!
"Çok üzüldüm. İyi misin?"
"İyiyim tabii. Şimdi ondan öğrendiklerimi yapıyorum. Daha doğrusu yapmaya çalışıyorum. Sen itmeseydin o geyiği avlayacaktım."
"Aman ne geyikmiş be! Beni kampa geri götür ondan sonra ne yaparsan yap!"
"İlk onu yapmalıydım zaten. Yarın ilk işim de o olacak." deyip kalktı. Arkasından;
"Memnun olurum. Teşekkürler!" diye bağırdım. Çok meraklıydım sanki ona. Kucağında yastık yorganla geri geldi. Burda uyursun yarın da gideriz ayrıca rica ederim." Şöminedeki alevin çıtırtısından mıdır ışığından mıdır uyku iyice bastırmıştı. Uyumadan hemen önce annemin yüzü gözümde canlandı. Onu çok özlemiştim.Ertesi sabah erkenden yola çıktık. Tan'ın önüne düştüğüm yere kadar geldik. Yerde küller duruyordu ama yeşillenmeye başlamıştı bile. Ormanın bu kadar hızlı kendini yenilemesi garipti.
"Şurdan yuvarlandın galiba. Bak kökler filan burdan kopmuş." Gösterdiği yerden yukarı çıkmaya başladık. Baya dikti. Hala yaşıyor olduğuma şaşırmıştım doğrusu.
"Yine o küçük canavar gelir mi?"
"Mantar mı? Sanmam. Çok nadir gösterirler kendilerini. Şanslısın."
"Sen gel bir de bana sor." Düzlüğe çıktık.
"Burdan sonrası sende." Çok iyiydi. Hiçbir şey hatırlamıyordum.
"Sadece koştum ve düştüm. Yönümü filan hatırlamıyorum."
"İyi o zaman sen burdan dümdüz git ben de burdan."
"Olmaz yılan filan çıkar. En iyisi şurdan gidelim. Sanki burdan geçtim gibi." diyerek ilerlemeye başladım. Havada hafif rüzgar vardı ve ağaçların yaprakları sanki şarkı söylüyordu. Sanki kulak versem ne dediklerini bile anlayacaktım. Baya yürüdük."Sinem! Hocam! Kimse yok mu?"
"Bence boşuna bağırma kimse yok."
"Sinem!" Nefesim tükenmişti. "Neredesiniz?"
Galiba haklıydı. Belki iki saattir bağırıyordum ama dönüş yoktu. Ümidim yitirmeye başlamıştım. Biraz daha yürüdük, seslendik ama yine hiçbir cevap yoktu. Burda kalamazdım."Hayır olamaz!"
"Ne?"
"Bu kadar ilerlemiş olamaz!" deyip sağ doğru koştu. Ne olmuştu birden. Arkasından ben de gittim. Ve gördüğüm manzarayla içim bir ürperdi. Heryer simsiyahtı. O renkli ormandan eser yoktu. O gür kalın ağaçlar yanmış gibiydi ama hala ayaktaydılar. Taş kesilmişlerdi. Tan'ın bahsettiği gibi ruhları emilmişti sanki. Rüzgar soğudu. Tan yere çöktü.
"Mantarcık bile ölmüş." Yanına eğildim. O gece gördüğüm mantarın taşlaşmış siyahlaşmış haliydi. Ağaçın kurumuz kökünün yanında hareketsiz yatıyordu. Ondan korktuğum için kendime kızdım. Bu küçük tatlı yaratıktan neden koktum ki?"Babamın ölmesinin sebebi de buydu işte." Üzülmekten çok sinirliydi. Öfkeliydi.
"Ve ben yanında bile değildim. Yardım edemedim."Ayağa kalktım. Kendini suçluyordu. Ben de çok üzülmüştüm. Neyin sebep olduğunu bilmiyordum ama tehlikeli bir şey olduğu kesindi. Tan kalktı ve derin bir nefes alıp "Hadi aramaya devam edelim. Hiçbir şey hatırlamadığına emin misin?" dedi.
"Hm, şey... Büyük bir ağaç olacak ama kocaman. Böyle içi oyuk. Hatta ordan geldim. Bir çeşit kapı gibiydi."
"Bunun gibi mi diyerek az ilerde bir ağacı gösterdi. Ama içi oyuk değil galiba." Hemen yanına koştum. Bu o ağaçtı! Ama içinde oyuk filan yoktu. Sanki yıldırım düşmeden önceki haliydi.
"Bu o! Bu o ama farklı bunun böyle olamaması gerekiyordu."
"Ve burda olamaması."
"Ne?" Eliyle o karanlığı işaret etti. "Bu hızla giderse senin kapı(!) da ölecek. Yok olacak."
Nasıl yani? İçimi bir korku dalgası esir aldı. Annemi göremeyecek miydim? Eve dönemeyecek miydim? Sonsuza kadar burda mı kalacaktım?
"Hayır. Hayır! Burda kalamam olmaz. Beni merak eder annem. Olmaz! Çıkmalıyım!"
"Sakin ol!"
"Nasıl sakin olayım. Bilmediğim başka bir dünyadayım sanki ve annem yok. Nerde olduğumu bile bilmiyorum ve tek geri dönüş umudum da yok olacak! Bir çözümü olmalı!" Tan endişeli gözlerle bana bakıyordu..."Aslında bir yolu olabilir ama tehlikeli."
"Ne o? Söyle!"
"Babamın denediği yol..."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KOVUK
FantasyArtık bütün umudum tükenmişti. Eve dönemeyecektim. Arkadaşlarım olmayacaktı, okulum olmayacaktı ve en önemlisi annem olmayacaktı. Bitmiştim... Her şey bitmişti...