Servisle birkaç kişiyi daha alıp, yani servisi ağzına kadar doldurduktan sonra okula gelebilmiştik.
Servisten iner inmez okul kapısına cool bir şekilde yürümeye başladım. Yada yürümeye çalıştım bilmiyorum ama sonuçta "Allah'ın Kuullarıyız" .
Yalnız bu "kuulluk" olayı, uzun boyumla yani sırıklığım ile yere yuvarlandığımda son buldu.
Van minüt! Etrafımda dalga geçen veya böğüren ergen topluluğu yok. Tam benimle dalga geçmekten vazgeçtiklerine inanacakken- Burak ve yeni arabası!
Arabadan inip, ağır hareketlerle benim-bir-yıllık-harçlığım-kadar-olan gözlüğünü çıkarıp elinde sallayarak giriş kapısına, yani benim olduğum yere doğru yürümeye başladı. Bana yukardan küçümseyici bir bakış atarak merdivenleri çıkmaya başladı.
Zengin Züppesi!
Biraz yakışıklı olsa içim yanmayacak ama bildiğim sıçmık surat. Kendini kandırmaya devam et zaten sen. Ya sen bir sus, ölmezsin sussan!
İç sesimden nefret ettiğimi söylemiş miydim? Doğru söyleyeni dokuz içten kovarlarmış! Hıh. Sen hayırdır, trip falan?
Birde duyuldu yapıyor bana. Vay orospi!
Yerde oturmaya devam ettiğimi fark edince sınıfa doğru yürümeye başladım.
Çantamı sıraya fırlatıp best firendim, daha doğrusu erkek kardeşim gibi sevdiğim Engin'in yanına "Bolt, Usain Bolt" hızında koştum.
Cansu ile konuştuğunu görünce, damarlarımda kan yerine kıskançlık akmaya başladı ve sikici bakışlar atmaya başladım. Fark etmediler bile.
Daha fazla sikici bakış atmadan Azra'nın yanına gittim. Bu kızı ne zaman görsem kitap okuyor.
"Azra!" ani bir şekilde bağırdığım için yerinden sıçramıştı. "Ne var!" korkmadım değil.
"Sakin ol şampuan" gözlerini devirmişti. Biri gözlerini devirince neden mal hissediyorum?
"Hadi ne söyleyeceksen söyle, bak kitap yarım kaldı" ne güzel işte. Nihahaha.
"Diyorum ki, bırak this book" ölse bırakmaz, biliyorum. "Neden bırakacakmışım be? Kitap candır, can." bende Rüzgarsam bir espri yapıştırım burada.
"Gerisi heyecandır hahahahaha, anladınız mı? Hahahaha, hani diyorlar ya, hahahahaha." sınıftaki herkes bana "Ne diyon sen, değişik?" bakışı atınca susmak zorunda kaldım.
Esra tam cevap verecekti ki, en sevdiğim tiçırım Mustafa Hoca sınıfa girdi, yani İngilizce hocamız.
Övünmek gibi olsun, İngilizce dersinde mütüşümdür.
Canım tiçırım kitaplarını masaya koyunca hepimiz ayağa kalktık. Boklugillerden Burak dışında.
"Burak oğlum ayağa kalmayı düşünüyor musun?" işte benim tiçırım! "Yo, iyiyim böyle" bu ne biçim özgüven?
"Burak!" yürü be tiçırım!
Boklu Burak yavaş ve cool -gerçekten cool- bir şekilde ayağa kalktı.
Ona "boklu" diyorum çünkü dokuz yaşındayken altına sıçmıştı. Tabi, bunu bilen sayılı kişiler var.
"Evet, çocuklar oturabilirsiniz" biliyorum, "İngilizce öğretmeni türkçe mi konuşur?" diyeceksiniz ama bizim hoca mal sanırım. Üç yıldır da böyle.
Sordum bi kaç kez ama her zamanki gibi saçma
saçma konuşup sınıfıma yolladı beni.
"Bildiğiniz gibi seneye son sınıfsınız ve yoğun bir yıl sizi bekliyor. O yüzden sıkı çalışmanız için her hafta gerek sözlü, gerek yazılı sınav olacaksınız" sınıftan "Ne?" "Sıçtık!" gibi sesler yükseldi, tabii ki.
Benim açımdan sıkıntı yoktu. Bütün yaz inek gibi bu senenin konularına çalışmıştım.
Sadece canım tiçırımın ve benim işlediğim güzel bir İngilizce dersinin ardından eşofmanlarımı giymek için soyunma odasına gittim.
Biliyorsunuz, Beden Eğitimi.
Gittiğimde Engin çoktan üstünü giymiş, ayakkabısının bağcıklarını bağlıyordu.
Sessizce yanına yaklaşıp, kulağının dibinde "Heyo, selam!" diye anırdım. İfadesiz suratıyla bana ufak bir bakış atıp, bağcıklarını bağlamaya devam etti. "Karadeniz'deki gemiler trip mi atıyor sana oğlum, bu ne hâl?"
"Ailevî problemler, neyse ben sahaya gidiyorum" tamam, olur.
"Tamamdır" Evet biliyorum sorunun ne olduğunu sormam gerekir ama ailevî meselesi olduğunu için üstüne gitmedim. Özel bir durum olabilir sonuçta
Sahaya gittiğimde Engin, Burak ve Berk -Burak'ın göt lalelerinden olur kendisi- top sektiriyor, diğerleri de ısınıyordu.
Derslerde ne kadar iyiysem, futbolda o kadar kötüydüm. Hayır anlamıyorum, 11 kişinin tek bir top peşinde koşmasının neresi eğlenceli? Ahmet Hoca'nın sesiyle birlikte toplandık.
"Takımlara ayrılın!" sona kalacaktım her zaman olduğu gibi. İlk takımın kaptanı Engin, ikinci takımın kaptanı da Buraktı.
Engin beni, kendi takımına almıştı. Benim aksime yakışıklı, popüler ve sportifdi.
Benimle takılmasının sebebi de, küçüklükten gelen dostluğumuz. Anaokulunda birlikte çamura düştüğümüz gün tanışmıştık.
Engin defansa geçmemi söylemişti. Tabiki kaleciyi konuşturup gol yememize neden olacaktım. Her zaman olduğu gibi.
Bizim kalenin o tarafa doğru yürürken Burak'ın bana seslenmesi ile ona doğru döndüm. "Ne var?"
"Hayvanat Bahçesinde aradılar seni geri çağırıyorlar, oynama bence bizimle. Gidip, hemcinslerinle oyna bence" diyerek göz kırptı ve güldü.
Herkes gülmeye başlamıştı, Cansu da, Burak'ı izlemek için gelip, oturduğu yerden şuh kahkahalar atıyordu.
Eğer karşılık vermezsem Cansu'nun gözünde ezik duruma düşecektim.
"Beni de geçen gün kuş çiftliğinden aradılar, verdikleri beyni geri istiyorlarmış"
Herkes birden sustu ve bana şaşkın bakışlar atmaya başladılar. Tabii, Burak da kırmızı görmüş boğa misali üstüme yürüyordu.
Helvamı pişirin!
(Aylar sonra yeni bölüm yazabildik, yahu. Bizi ve Rüzgar'ı takip edenler varsa, cok özür diliyoruz. Sağlıcakla kalın!)
-Şerifenur&Hakan
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Özder, Rüzgar Özder.
Teen FictionYine sıradan bir pazartesi sabahı. Dağınık saçlarım, beni muşmula gibi gösteren gözlüklerim ve dudağımın kenarında ki kurumuş salya ile aynaya bakıyorum. Evet ben Özder, Rüzgar Özder. 'Bond, James Bond' gibi dediğime yada ismimin havalı olduğuna ba...