Yüzük

112 16 18
                                    

*   *   *

       Her zamanki gibi herkesten önce uyanmış göl kenarına gelmiştim. Ferahlamak istediğimde hep buraya geliyordum. Gölün etrafı yemyeşil ağaçlar ve bitkilerle doluydu. Gölün üzerinde yüzen minik ördekler vardı. Ağaçların dallarında bir sürü kuş vardı. Kuşlara bir şeyler anlatmayı seviyordum. Beni çok iyi dinliyorlardı. Onlara her gün neler öğrendiğimden, ve öğrenmek istediğimden bahsediyordum. Sıkılmıyorlardı. Verdikleri tek cevap güzelce ötmekti. Belki de öterek "Sus artık!" diye bağırıyorlardı. Ama onları anlamıyordum sonuçta. Ben de beni severek dinlediklerini düşünmek istediğim için öyle varsayıyordum.

    Herkes 17 yaşımda olmama rağmen çok bilge olduğumu söylüyordu. Kimse kafasına takılan her şeyi araştırmaz, sabahın erken saatlerinde keşif yapmak için ormana gitmezmiş. Oysaki tek yaptığım aklıma takılan tüm soruları araştırmaktı. Annem dışında kimse sorularımı cevaplamıyordu. Onun da cevaplayamadığı sorular olursa kitaplardan ya da ormanda gözlem yaparak öğrenmeye çalışıyordum. Öğrendiklerimi de kuşlara anlatıyordum işte. Hem bilgelik neydi ki? Sadece öğrenme arzum vardı. Merak ediyordum her şeyi. Merak edip öğrenen herkes bilge mi oluyordu? Bunu bile bilmiyordum mesela. 

    Kuşlara bazı şeylerden bahsederken biraz öteden gelen kanat sesleri duydum. Bu kanat seslerinin kime ait olduğunu çok iyi biliyordum. 

    "Lina! Burada olduğunu tahmin etmiştim. Her zamanki gibi daha güneş bile ayılamamışken buraya gelmişsin." 

    İç çektim. "Uyumayı pek sevmiyorum, biliyorsun." 

    "Bilmez olur muyum, gecenin üçünde karşıma çıktığından beri kabuslarıma giriyorsun. Ayrıca zavallı kuşlar her gün senin mükemmel fikirlerini dinlemekten bıktılar, sen anlatmaktan bıkmadın."

    "Hiç de bile! Bana bayılıyor hepsi. Bak nasıl seviyorlar beni." Elimle dalda duran kuşa uzanmaya çalıştığım anda kuş beni gagaladı.

    Olis kahkaha attı. "Aynen, galiba bayılıyorlardan kastın seni dinleyerek baygınlık geçiriyorlar."

    Homurdandım. 

     "Neyse, baban kahvaltıya çağırıyor. Onu söylemeye gelmiştim." dedi.

     "Şu anlık aç değilim. Sonra gelsem?" 

    "Olmaz! Sonra gelmeyeceğini ikimiz de biliyoruz. Kemiklerini sayabiliyorum artık resmen. Sayayım istersen hatta. Bir, iki, üç..." 

    "Tamam tamam! Geliyorum."

    Olis gülümsedi ve kanatlarını açarak onu takip etmemi söyledi. 

    Olis kendimi bildim bileli her anımda yanımda oldu. Birbirimize çok değer veriyorduk. Aynı kandan olmasak bile kardeş bağımız olduğunu söyleyebilirdim. Her türlü şebekliği yaparak beni hep güldürüyordu. Diğerleri Olis'i her ne kadar gıcık olarak görse de (Böyle görmekte haklılar çünkü sürekli benim dışımdaki herkese laf sokup duruyor.) ben onu mükemmel buluyordum. 

    Kahvaltı sofrası tahmin edemeyeceğiniz kadar büyüktü. Görkemli ve sadece sofraya bakarak bile doyabileceğiniz türdendi. Karşımdaki duvarda çiçeklerden yapılmış bir aile tablomuz asılıydı. Bu tabloyu yapan perinin ne kadar yetenekli olduğunu her görüşte tekrar anlıyordum ve hayran kalıyordum.

    Benim ailem, Olis'in ailesi ve Albeya'nın ailesi birlikte kahvaltı yapıyorduk. Olis ve Albeya'nın babaları benim babamın en yakın dostlarıydı. Bu durumdan mutluydum çünkü belki de böyle olmasa Olis ve Albeya ile hiç tanışamayacaktım. Onlar ailem dışındaki en değer verdiğim kişilerdi. Yüzümü güldüren iki kişiydi.

    Babam Fiela Ormanı'nın kralıydı. Periler Kralı da deniyordu babama. Her şeyin görkemli olmasını severdi. Kocaman bir şatoda yaşıyorduk. Dağın en tepesinde ağaçların arasında duran bir şatoydu. Görkemli şeyleri seviyor diye cimri olduğu ve bu görkemi başka kimsede görmek istemediği düşünülebilirdi ama cimri krallardan değildi babam. Paylaşmasını bilirdi. Yardıma ihtiyacı olan herkese yardım ediyordu. Bu yüzden halk onu çok seviyordu.

    Olis ve Albeya'nın babaları babam ile çocukluğunda tanışmıştı. Babam küçükken, dedem tarafından azarlanmış. Babamın da keyfi kaçmış ve ormanın içindeki boş bir kulübeye saklanıp ağlamış. Onun ağlama seslerini duyan Olis'in babası yanına gitmiş ve arkadaş olmuşlar. İlerleyen zamanlarda da o kulübede oyun oynarlarken Albeya'nın babası ile tanışmışlar. O günden beri de hiç ayrılmamışlardı. 

    Babam kral olduğu için ben de bir prenses oluyordum yani. Açıkçası sıradan biri olmayı tercih ederdim. Çünkü sırf prenses olduğum için yalakalık yapan çok kişiyi tanıdım. Güvenebildiğim az sayıda peri vardı. Hatta Olis ve Albeya dışında kimse yoktu. Bu biraz üzüyordu ama düşündüğüm zaman az ve öz kişinin olması daha iyi geliyordu.

    Albeya bir anda bana göz kırpıp babama döndü. "Yemek için teşekkürler. Ama bizim Lina ile bir işimiz var kralım." dedi. Olis bize garip bir şekilde baktı.

    "Ne işiymiş o?" diye sordu babam.

    Albeya ne diyeceğini bilemeyerek bana döndü. 

    "Yeni bir kitap buldum, onu gösterecektim baba." dedim ben de ne olduğunu anlamayarak.

    "Peki, öyle olsun bakalım." dedi babam ve Albeya ile ben sofradan kalktık.

    Albeya beni bilmediğim yerlere sürüklüyordu. Yaklaşık bir buçuk saattir uçuyorduk. Sürekli sızlanıp geri dönmek istesem de ısrarla devam etmemi söyledi. Artık Fiela Ormanı'nın sınırlarına yaklaşmıştık. Biraz ileride bir mağara gördük. Garip bir mağaraydı ve etrafında kırmızı şekiller vardı. Bunların anlamı neydi? Her yeri sis kaplamıştı, ilerledikçe görmek zorlaşıyordu. Biraz ürkmüştüm. 

    Babam prenses olduğum için sürekli bazı saldırılara maruz kalabileceğimi hatırlatıyordu. Bu yüzden gidebileceğim yerleri kısıtlamıştı.  Ancak biz bu kısıtlı yerlerin dışına çıkmıştık. Sadece o kısıtlı yerleri geçmekle kalmayıp Fiela Ormanı'nın sınırlarındaydık neredeyse, sadece birkaç metre kalmıştı ve bu ormanın dışına çıkmak kesinlikle yasaktı. Ülkenin kurallarındaki maddelerden ilki buydu. Fiela'nın dışında bir sürü yaratık olduğu, eğer oraya gidilirse asla canlı dönemeyeceğimiz söyleniyordu. Kimseye zarar gelmemesi için de böyle bir yasak konulmuştu.

    "Albeya, neler oluyor söyler misin artık? Ne işimiz var burada? Sınırlara geldiğimizin farkında mısın? Birkaç saat içerisinde geri dönmezsek babam tüm ülkede arama başlatır, biliyorsun." 

    "Tamam, sakin ol. Burada duralım, geldik zaten. Anlatacağım." Etrafa bakındı ve iç çekerek ekledi. "Dün yüzüğümü düşürdüm." 

    Gözlerim kocaman açıldı. Çünkü bu yüzük ona ölen annesinin armağanıydı. 

    "Tam yüzüğü alacakken bir anda bir rakun fırladı ve yüzüğümü çaldı." Gözünden bir damla yaş düştü. "Rakunun nereden geldiğini bile anlayamadan takip etmeye başladım hızla. O da buraya kadar geldi. Ama sonra..." öksürmeye başladı.

    "Ne oldu, iyi misin? Geri alamadın mı yüzüğü?" 

    "Yüzüğü alamadım. Ama..."

     "Ama ne? Çabuk söylesene!"

    "Geldiğimde rakun ölü bir şekilde yerde yatıyordu ve yüzük kaybolmuştu." 

    Şaşkınlıkla ona baktım. Nasıl birkaç dakikada ölebilirdi? Yırtıcı bir hayvan mı saldırmıştı? Ama öyle olsa rakunu yemez miydi? 

    Düşüncelere dalmışken bir anda gürültülü bir ses duyduk. "Kim var orada!?" 

SİHİRHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin