Herkes kendi zihninde kendine bir düşman yaratır. En gizli mabedimizde, hatırlamak istemediklerimizi bile yutan ama vakti geldiğinde onları acımasızca püskürten bir taraf vardır. O bir kez açığa çıktı mı kaybedileceği en başından beri belli olan bir savaş başlatmış olursunuz. Bu kendinize karşıdır.
Benim en büyük düşmanım yine kendimdim.
2 Haziran sabahı güneşin doğuşuyla evden ayrılmıştım. Nereye gittiğimi bile bilmeden arabayı sürmüş ve en sonunda tüm şehir gören bir tepeye çıkmıştım. Aşağıda kuru toprak vardı ama yukarısı yemyeşil çimenlerle kaplıydı. Rüzgarın ılık dokunuşu saçlarımın arasına karışıyordu. Havadan yayılan kanatlar sesleri ve yaprakların hışırtıları ile gözlerimi kapatıp o klasik cennet tanımlarından birinde gibi hissettim kendimi.
Şehir merkezinden fazlasıyla uzaktı. Herhangi bir insan belirtisi olmadığı için bir an kendimi çok yalnız hissetmiştim ama hemen ardından bu histen kurtularak yere oturdum. Tek tük göğe kollarını açmış ağaçlar vardı. Yeşil yaprakları rüzgarla beraber aheste aheste salınıyordu. En uçta olan ağaca sırtımı yaslayarak siyah kotumun sardığı bacaklarımı kendime çektim ve yüksek binalarla çevirili gri karartıya baktım.
Saatler süren araba sürüşümden sonra bacaklarım uyuşmuştu. Her sene birilerinin bir şekilde yerimi öğrenme ihtimaline karşı başka yerlere giderdim. Bu günlerde her şeyden elimi eteğimi çekerdim. Bir tek Arin bu günün benim için önemini bilirdi ama nereye gittiğimi bilmezdi.
Güneş ufukta batmak üzereydi. Yanıma bıraktığım alışveriş torbasını kendime doğru çektim. Yol üstü bir benzinlikten almıştım. İç çektim. "Kendim bir şeyler yapmak isterdim ama ev pek müsait değil bu aralar. Bilirsin yemek yapmak konusunda da berbat bir insanım. Bunu bir çeşit piknik olarak düşünebiliriz. Senin sevdiğin ton balıklı sandviçlerden aldım."
Poşette olanları düzgün bir şekilde dizdim. Hemen karşımda biri varmış gibi yanımdan getirdiğim kadehlere kırmızı şarap doldurdum. "Bana kalsa bugün özel bir gün olduğu için sakin, sessiz bir şekilde değil de daha kalabalık bir şekilde düzenlerdim. Her ne kadar ölüm günü kötü, üzücü bir şekilde anılsa da dünyanın en iyi babası için bu üzücü bir şekilde değerlendirilmemeli." Şarabımdan bir yudum aldım. Gözleri kısarak ufukta batan güneşe baktım. Kızıl-turuncu renkli ışıklar bir palette dağılmış gibiydi.
"Sesimi duyuyorsun değil mi?" dedim gülerek batan güneşe bakmaya devam ettim. "Şahsen şu an kafam çok yerinde. Bu kadar ayıkken konuşmak pek garip oluyor. Şarabım var, bir de... Ah, boş ver onu. Gözünde kötü kız imajı çizmek istemem." Biten şarabı yeniledim. "Sanırım alkole ihtiyaç duymadan da yeterince kafam uçuk. Hava güzel, çiçeklerin kokusu beni mayıştırıyor."
Yutkundum. "Seni merak ediyorum. Şu an nerede ne yaptığını gerçekten merak ediyorum. Ölümden sonraki o boşlukta umarım iyisindir ve... beni duyuyorsundur. Kendi kendime konuştuğumu düşünmek istemiyorum." dedim dudaklarımı birbirine bastırarak. "Belki de sesimi duyman için Japonya'da mezarında olmam gerekirdi ama oraya sadece bir kez gittim. Bir daha gidebileceğimi sanmıyorum. Her ne kadar gitmiş olduğunu bilsem de bunun kanıtlarıyla yüzleşmek daha ağır. Ama merak etme. Birini görevlendirdim. Sürekli oraya bakım yapıp çiçekler bırakıyor. Gelemesem de varlığımı bir şekilde hatırlatmaya çalışıyorum."
Boğazımı temizledim. "Annemi de merak ediyorsundur şimdi. Merak etme. O iyi. Senden sonra zor olsa da kendini toparlamayı başardı. Evlendi ve yeni bir kızı bile var. Adı Cho. Sana daha önce de bahsetmiştim zaten. Biraz sinir bozucu ama benden uzak olduğu sürece sorun yok. Annem onu başıma bebek bakıcısı diye gönderdi ama asıl bakıcıya ihtiyacı olan o." Tekrar güldüm. Şarabı çok hızlı tükettiğim için çarpmıştı. "Yani burada pek anlatacak bir şeyler olmuyor." İç çektim. "Keşke bunları sana anlatmak yerine bizzat yaşasaydık. Eskisi gibi. Keşke zamanı geriye alabilseydik. O güne dönebilseydim eğer o kadar baskı yapmazdım. Daha geç çıksaydık ya da hiç gitmeseydik. O gün sürekli gittiğimiz parka gitseydik belki sen de hiç gitmemiş olurdun. Ah, biliyorum, biliyorum. Orada bir yerlerde senin bir suçun yok ki dediğini duyar gibiyim. Bunu zamanında gittiğim o doktor bozuntuları da defalarca kez söyledi. Ama, yine de o keşke hep orada. Tam şurada. Boğazıma takılmış gibi. Yutkunsam da gitmiyor."
"Biraz duygusal mı konuştum yoksa? Üzgünüm çenem bir kez açıldı mı susmuyorum işte. Seni de üzdüysem özür dilerim." dedim hızlıca. "Neyse o zaman sana birinden bahsedeceğim. Anlatmıştım daha önce de Taeyong'du adı. Tam bir öküz. Sen burada olsaydın sopayla kovalardın belki de korkup aklını başına getirirdi. Hödük herifin teki. Kişilik bozukluğu var. İçinde aynı anda iki kişiyi barındırıyor bence. Bir iyi bir kötü. Ya da... Yoksa ikizi mi var acaba? Bana iyi olduğu zamanlar belki de benden hoşlanan ikizidir. Saçmalıyorum işte ama bunu bir sormam gerekecek. Dizilerde hep öyle olur zaten. Bir dramada değiliz ama her ihtimali düşünmek gerek."
Tamamen kararmış havaya baktım. Tek tük yıldızlar belirmeye başlamıştı. Şehir ışıkları da önümde bir deniz gibi uzanıyordu. "Bak, yine konu dağıldı. Taeyong diyorduk en son ama yine kötüledim onu sana. Takılma bana sövüyorum arada ama seviyorum da. Tuhaf bir insanım biraz. O da tuhaf. İkimiz de tuhafız bence birbirimizi çok güzel tamamlardık ama sanırım herkes gibi o da hayatının aşkını buldu." Dudaklarım kıvrıldı. Kadehin dibinde kalan şarabı tek yudumda içtikten sonra yere bıraktım. Karşımdaki sandviç ve şarap hala oradaydı. Onu görmezden gelmeye çalışarak çantama uzandım. Sarılı otu çakmakla yaktıktan sonra dudaklarımın arasına bıraktım. "Bugünlük görmezden gel beni. Şarap pek iş görmüyor. Daha fazla konuşmam için kafamın gerçekten dumanlı olması gerek." Derin bir nefes çektikten sonra biraz bekledim ve gri dumanı dudaklarımın arasından serbest bıraktım.
"Şu an beni takdir etmediğini biliyorum ama elimde değil. Düşüncelerin hafiflediği tek anı bu sağlıyor. Fazla değil. Gerçekten fazla almıyorum. Arada bir, çok nadir." dedim dudaklarımı birbirine bastırarak. Yalan söylemiştim. Son üç gün içinde aldığım paketlerin haddi hesabı yoktu. "Taeyong demiştim en son. Doğru hayatının aşkını buldu sanırsam. Bir kız var adı JiYoo. Sürekli birlikteler. Kıskanmak mı? Yoo, hayır kıskanmıyorum. Ah, sen kazandın belki biraz ama onun adına da mutluyum. İnsanların kalplerini çarptıran birilerini bulması güzel bir şey. Taeyong'u seviyorum evet ama kafasına silah dayayarak da benimle olmasını sağlayamam bunu da biliyorum. En azından ikimizden birinin gerçekten mutlu olması güzel bir şey. Sevgi de bu değil mi zaten? Sevdiğini incitmemek." Gülümsedim ve gözümün kenarına kadar gelmiş yaşı çabucak sildim. "Rüzgar çarpınca gözlerim yaşardı. Seul'de geceleri daha soğuk oluyor. Tişörtün üstüne bir şey almadım evden çıkarken. Endişelenme, ben iyiyim." Hızlı hızlı konuştum. "Okulum bitmek üzere baba. Geri döneceğim Japonya'ya. Burada çok bile kaldım. Annem oranın bana iyi gelmediğini düşünerek beni gönderdi ama kaçtığından kurtulamazsın asıl. Nerede görülmüş bir askerin savaştan kaçtığı. Savaşmalıyım ki kazanabileyim." İyice belirginleşmiş yıldızlarla çevrili göğe baktım. "Başını ağrıtmadım değil mi? Uzun zaman sonra ilk defa bu kadar çok konuşuyorum. Aslında seninle konuşmayı özledim. Annem her zaman sana çektiğimi söylerdi. Şimdi birlikte olsak yapacak çok şey bulur, konuşacak çok konu biriktirirdik. Belki eskisi gibi balığa çıkar sonra ben dayanamayıp kovadaki tüm balıkları geri bırakırdım." Hatırladığım anı ile güldüm sesli bir şekilde. "Boş kovayla karşılaştığında suratındaki ifadeyi görmen lazımdı baba. Keşke fotoğraflarını çekseydim o anların." Sesim yavaş yavaş kısıldı.
Derin bir sessizlik oldu. Çimlerin üstüne uzanarak yıldızlara baktım bir süre. "Seni özledim baba."
...
-Raen
ŞİMDİ OKUDUĞUN
The Secret Life of Flowers
FanfictionHikayelerin her zaman anlatılmamış bir tarafı vardır. İyi ile kötü; beyaz ile siyahın çarpışmasını konu alır. Bu hikayede iyi olan ben değildim ama yolumu bulmaya çalışırken kalbimi oluşturan tüm taşları da kendi cehennemimin yollarına dizdim. İçimi...