Kırk yıllık penceremin bulanıklığı gibi zihnimin içi. cama vuran damlalar, içimden taşarcasına sertliğini kesmiyor. arabalar inatla yağmurun biriktirdiği sulara vuruyor. insanlar şemsiyelerle, montlarının şapkalarıyla kuşanmış. kuşları sorma, onlar artık ortalıkta bile yoklar. herkeste bir telaş; yağmurdan kaçma telaşı. gökyüzü de yokluğun gibi siyaha bürünmüş. lâkin ben o gökyüzüne yine seni çizerim, çiziyorum. yağmur yüzüme vuruyor mesela, kaçmıyorum. sonra seni görüyorum, bu beni gülümsetiyor. yavaş yavaş kahkahaya dönüyor gülümseyişim. yüzüme yediğim damlalara ve yokluğuna inat derin kahkahalar atıyorum. yağmur ile oyun oynuyoruz. sence de çok komik değil mi? gidecek olduğunu tokat gibi çarpıyorlar suratıma. anlamanın verdiği bir tokat ile daha oyunumuz sonlanıyor. meğer kahkahamın ucu gideceğine bağlanmış, süzülmeye başlamışlar. şimdi gözlerimin de yağmuru başlıyor. saçlarım da ağlıyor, gece de. vakit çok geçmeden bir ses zihnimden beri zonkluyor. "gir içeri! anlayacaklar, bu dökülen damlaların güzelliğine onun adını verdiğini." kırk yıllık pencerem kapanıyor. kalbim seslerin önüne geçmiş, bir hissin son sözü gibi atışlarının arasında özlemler bırakıyor. bağışla. yokluğuna inat seni kokundan öpüyorum, diyor.