3|her şeyini kaybettiğinden beri biraz fazla korkar olmuş.

100 15 105
                                    

"Cennet'ten mi kaçtın, Melek? Başmelek Qian burada olup olmadığını sormak için Lucas'a habercisini yollamış." Yemek vakti geldiğinde Kâhya tarafından uyandırılan Melek aşağı inmişti çıplak ayaklarıyla. Yemeğe, içmeye ve uyumaya ihtiyaç duymamasına rağmen bunu yapması gerekiyor gibi hissetmişti fakat Lord onu odaya attığı ilk adımdan itibaren iğleneleyici sözleriyle boğmaya başlamıştı bile. İlk defa girdiği bu odada etrafı süzdü, ortaya ucunca bir masa yerleştirilmiş, kızıl örtülerle ve gümüş yemek takımlarıyla, uçlarında mumlar yanan şamdanlarla süslenmişti. Lord masanın en başında oturuyordu ve gördüğü kadarıyla ona ayrılan yer de Lord'un hemen karşısındaydı. Lucas'ın yardımıyla sandalyesine oturdu, bedenindeki her bir yara sızısını hissettiriyor olsa da eskisi kadar şiddetli olmadığı için keyifliydi hayli.

"Peki sen ne söyledin?" Bu merak ettiği bir soruydu. Lord onun burada olduğunu söylemişse eğer Başmelek Qian sınıra diğer melekleri gönderir ve ondan kendisini teslim etmesini isterdi, sonrasında ise suçunun ağırlığını yüzüne vura vura kanatlarını kestirir, kendisini ölüme terk eder ve yeni bir ölüm meleğinin doğması için hazırlıklara başlardı. O anda yaşamak için tek güvencesi bu bölgeye ölüm meleklerinden başka bir varlığın giremiyor oluşuydu ve kendisi de dünya üzerinde bulunan tek ölüm meleğiydi. Lord ondan nefret ediyordu, geçmişte onun yaptığını düşündüğü her şey yüzünden sonsuz bir ıstıraba mahkum olmuştu, hepsi Melek yüzündendi.

Eğer onun orada olduğu bilgisini vermiş olsa, yine de bunun için kızamaz veya darılamazdı.

Başta kendisi hak etmişti.

"Senin gibi birinin bu topraklara ayak basıp da hâlâ hayatta kalamayacağını. Yani muhtemelen dünyaya indiğin kanısına varmıştır." İşte bu gerçekten de beklemediği bir cevaptı, Lord'un kendisine böyle bir incelik yapacağını düşünmemişti. Şaşkınlığını fark eden Lord ise gülerek arkasına yaslanmıştı. "Öyle bakma bana Melek. Seni gerçekten koruduğumu mu sandın? Hâlbuki sadece Cennet ile ilişkilerini kesiyordum, diğerlerine haber gönderemeyesin diye."

"İlahi güçlerim olmadan sadece kanatlı bir insanım ben, Liu Yangyang, sahip olduğum hiçbir gücü kullanamazken ne cennette, ne dünyada, ne de yer altında tutunabilirdim. Yani ben buraya ilk ayak bastığım andan itibaren senin vicdanına kalmış bulunmaktayım. Melekleri hissetmiyorum, nerede olduklarını bile bilmiyorum, zihin kontrolü yapamıyorum, ruh bile toplayamıyorum. Karşında bulunduğum şekilde zavallının biriyim ancak işimi bitirmeye dahi tenezzül etmiyorsun." Yaşıyor olduğu gerçeğinden oldukça şikayetçi gibi görünüyordu doğrusu, başını kaldırıp karşısındaki Lord'un yüzüne bakma zahmetine dahi girmemişti, kendisi gibi davranmıyordu. O eski burnu havada melek olsa orağını savurup Lord'u sonu gelmez bir düelloya davet ederdi şimdiye dek, lakin uysaldı, şaşırtıcı bir şekilde göz göre göre ölümünü istemesi Lord'u şaşırtan ve canını almasını engelleyen şeydi.

Bir şeylerin göründüğü gibi olmadığı düşüncesi artık her zamankinden biraz daha baskındı.

"Ölümü neden bu kadar arzuluyorsun? Can alan birinin ölümden korkması gerekmez mi?" İşte şimdi başını kaldırmıştı, mum ışığının vurduğu irisleri parlamıyordu bile, teni öyle solgun görünüyordu ki bir ölününkinden halliceydi, kendi kıyafetleri kan revan içinde kalmış olduğundan Lucas'ın ona vermiş olduğu kıyafetleri giyiyor, hâtta içlerinde kayboluyordu sanki. Biraz alay eder gibi bir gülüş yayıldı dudaklarına, bu öyle güzel bir gülümsemeydi ki Lord gözlerini üzerinden alamamıştı saniyeler boyunca. "Şu an yaşıyor gibi mi görünüyorum? Peki ya sen, sen niye baş düşmanını kendi ellerinle öldürüp onun intikamını almamakta ısrarcısın bu denli?"

"Bir şeyler yanlış." Sesi öyle kısıktı ki bir an sadece zihninin içinde konuştuğunu düşündü ancak belli ki Melek duymuştu. Minicik bir kıkırtıyla başlayan gülüşü saniyeler içinde kahkahalara dönüştü, iyice arkasına yaslanmış ve başını havaya kaldırmıştı, salonda yankılanan tek ses onun kahkahalarının sesleriydi ve Lord gülmüyordu, zaten ortada gülünecek bir şey de yoktu. "Yanlış olan bir şey yok! Onu ben öldürdüm, senin yalvarışlarına rağmen canını ben aldım, ruhunu ben karanlığa mahkum ettim, ben! Şimdi sen bana dokunamıyorsun çünkü Ölüm Meleği'nin yüzüne bakan herkes en değerlisini görür, bende onu görüyorsun, öyle değil mi? Tüm bu korkaklığın tam da bu yüzden!" Sandalyeyi ittirerek kalktı, uzun zamandır takınmadığı sinirli bir ifade vardı yüzünde, ellerini masanın iki yanına sertçe vurarak yemek takımlarının sarsılmasına, kadehteki şarabın dökülmesine sebep olmuştu. Öyle şiddetli bir sinirdi ki sanki şatonun bütün duvarları titremişti, Lord ise umursuyor gibi değildi, sakince elindeki kadehi döndürüp durmaya devam etmişti.

"Hayır." Bir ses eşliğinde kadehini bıraktı, gözleri önündeyken oldukça yavaş bir hareketle kalktı sandalyesinden, tok adım sesleri odanın her bir yerinde yankılanırken meleğin yanına gitti. Onun gözleri üzerinde geziyordu, iyice irileşmişti, irisleri titriyordu belki sinirden, belki korkudan. O an gerçekten gerilmişti, Lord'un ona bu kadar yaklaşması iyi hissettirmiyordu, ömrünün sonuna gelmiş gibi hissetmekten alıkoyamadı kendini.

"Sen benim gerçekten de bir şey bilmediğimi mi düşünüyorsun?" Ne biliyordu? Ölüm Meleği onca şeyi saklayıp sığdırdığı hayatının şimdi ellerinden kaydığının her zamankinden daha da çok farkındaydı. Yarım ağız güldü. Şu an içinde biriktirip dağ ettiği o sırlarının ortaya dökülmesi gereken vakit miydi? Öyle olmamasını diliyordu, evet, ışığı sönük gözlere sahip olan o adamdan sakladığı gerçek hiçbir zaman ortaya çıkmamalıydı.

Çıkarsa eğer nasıl bir tepki göreceğini bilemiyordu.

"Böyle düşebilmek için ne günah işledin Melek?"

"Bu bilmen gereken bir şey değil. Benim acım da, günahım da, yaralarım ve ölümüm de kendime, Lord." Nitekim o ölmek istemiyordu. Böyle büyük bir günahtan sonra ölürse eğer bir melek olarak cehennemin en dibinde bile olamayacak, muhtemelen aynı Şeytan gibi o da arafta bir yerlerde kalacaktı, bedeni ölecekti ancak ruhunun şatonun dibini terk etmesine asla izin verilmeyecekti. Bunun hayali bile kendisini korkutmak için yeterliydi, o her şeyini kaybettiğinden beri biraz fazla korkar olmuştu. "Yani beni ilgilendirmiyor başına gelen hiçbir şey, öyle mi?" Teyit etmek için soruyordu ancak biraz alaylıydı, dudağının kenarında bir gülümseme kalmıştı istemsiz. Diğerinin kaşlarının çatılışını, derin gözbebeklerinin bir anda küçülüşünü ve irislerinin titreyişini büyük bir memnuniyetle izledi.

Tam da tahmin ettiği gibi, o gerilmişti.

"Neden ilgilendirsin?" Gözleri Lord'un yüzünün her bir yanında geziniyordu, konuşmanın nereye gittiğini çözmeye çalışır gibi bir hali vardı ve işte bu Lord'u daha da tatmin eden şeydi. Lord yüzyıllar boyu bu şatonun dört duvarı arasında gerek nefretini kusarak, gerekse onu arayarak nefesini tüketmişti. Ancak şimdi, ölüm meleğinin düşüşüyle daha önce göremediği bir şeyleri görebiliyordu artık, ulaşmak için can attığı gerçekler onun iki dudağının arasındaydı ve vazgeçmeye niyeti yoktu.

"İlahi güçlerini tamamiyle kaybettiğini söyledin." İşte o an konuşmanın tam olarak nereye gittiğini anlamıştı Melek. İtiraz etmek üzere dudaklarını araladı, nitekim ne diyeceğini bilemediğinden başını eğmekle yetinmişti sadece. Lord elini kaldırdı yavaşça, çenesinden hafifçe kaldırıp yüzüne bakmasını sağladı, dışarıdaki yağmur sesi dışında odadan çıt çıkmıyordu bile.

"O halde..." dedi, biraz beklemiş ve daha dikkatli bakmıştı onun yüzüne. Sonra kaşını kaldırdı, bir yandan da oldukça alaylı bir şekilde gülüyordu. "Neden onun gibi görünüyorsun, Ölüm Meleği? Madem düşmenin benimle bir ilgisi yok, o halde neden bana geldin?"

Sessiz kaldı, doğrusu söyleyecek bir şeyi yoktu. Öylece onun gözlerine bakıyor, durumu nasıl kurtarabileceğini, nasıl kaçabileceğini düşünüyordu ancak kaçamayacağı ortadaydı. Yağmur hâlâ dinmemişti, ilahi güçleri yoktu ve bir şekilde kaçsa bile Başmelek Qian tarafından ölüme terk edilirdi bu yüzden cevaplayamadığı o soruyla öylece dikilmeye devam etti.

"Söylesene, Huang Renjun?"

BelamourHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin