Saçlarım uçuşur martılarımın arasında, dalgalanır ruhum Marmara'nın mavilikleri gibi. Taşlardan eski elbiselerim vardır, kalbimin etrafında surlarım... Severek okuduğunuz bir sürü şair ve yazarın annesiyim ben, ezbere söylediğiniz çoğu şarkı bana yazıldı. Bazen bir simit, bazen demli bir çay, bazen okkalı bir kahveyim elinizde. Gazetenizi elinize alıp oturduğunuz o pazar kahvaltısıyım, cuma günleri iş çıkışı saati Zincirlikuyu'daki o yoğun kalabalığım. Naif kızlarım, Beyoğlu beyefendilerim var.
Lafı fazlaca dolandırmadan artık adımı takdim edeyim, İstanbul ben. Beni evvelden beri hüzünlü aşıklar şehri olarak tanımlarsınız. Haklısınız da. Doğuştan beri aşık gibi hissediyorum. Şehirlerin duyguları mı olur dediğinizi duyar gibiyim. Eğer bu kadar aşk, acı, tarih, trajediye tanık olmuş bir şehirseniz; o da olur efendim.
Gecelerim kimine göre dipsiz bir kuyudur, kimine göre de gündüzden aydınlık. Kaldırımlarımda sabahlayan bir sürü insan tanıdım. Hepsinin hikayesi farklı. Fakat bir tanesi var ki beni derinden etkilemiştir. Sizinle kısaca bunu paylaşmak isterim. Bundan birkaç sene önce Beyoğlu'nda kaldırımlarımın kenarlarına dökülmüş güller vardı, güllerin biraz ilerisinde ise genç bir adam. Ellerini yüzüne kapatmış omuzları sarsılarak ağlıyordu. Bir şeyler sayıklıyordu fakat sadece kendinin anladığına emindim. Birkaç dakika sonra telefon sesi tüm sokağımı doldurdu.
Genç adam biraz kendini toparlayıp derin bir nefes aldı ve elini cebine götürdü. Telefonunu çıkarıp kulağına tuttu. "Alo?" sesi titrek ve korkaktı. Sanki söylenecekleri duymak istemiyordu. Fakat bir o kadar da cevap için yanıyordu. Karşı taraf her ne söylediyse genç adam aniden bağırmaya başladı. "Ne demek öldü lan?! Ben hastaneden çıkarken gülüyordu Gülsüm! Hangi cesaretle sen bana sevdiğim kadının öldüğünü söylüyorsun?!" genç adam karşı taraftan cevabı aldığı gibi telefonunu kulağından çekip karşısındaki duvara fırlattı. Kafasını kollarının arasına alıp bir süre ağladıktan sonra gitti. Gül yaprakları arkasından rüzgarla sokağın kaldırımları arasına savruldu durdu. Tekrar geri geldiğinde ise bitik haldeydi. Daha sonra bu sokağa çok sık uğradı, sonunda burada yaşar oldu. Saçı sakalı zamanla birbirine karıştı, yaşlandı, çöktü... Kalbi o tarihten beri kırık yaşardı. Ve ben de o gün o gül yapraklarını savuran rüzgar olmuştum.Sıradan bir mahalle her zamanki gibi rutin hayatını yaşamaktaydı. Tek fark bugün bir asker uğurlanıyordu. Annesinin küçük oğlu büyüyüp artık vatana hizmete gidecek yaşa gelmişti. Ayşe Hanım'ın eşi subaydı. Zamanında harpte şehit düşmüştü. Oğlunu tek başına büyüttü, adam etti. Şimdi ise içinde bir korkuyla onu gönderiyordu. Oğlu Mustafa ise gururluydu. Vatan uğruna hizmete gidiyordu. Anne oğul son kez öpüşüp koklaştı. Ayşe Hanım duaları ile oğlunu Esenler Otogarı'na yolladı.
Mustafa'nın bütün arkadaşları onunla vedalaşmak için oradaydı. Ve bir de sevgilisi vardı. Ah ne severdi onu delice, askerden bir dönse direk evlenme teklifi edip Allah'ın izniyle babasından isteyecekti kızını. Mustafa eşyalarını yerleştirdikten sonra arkadaşları birden onu kucaklayıp havaya attılar. Her şey tıpkı bir fotoğraf karesi gibi güzeldi. Sevgilisinin belki de son kez alnından öptü ve otobüsüne bindi çok geç olmadan. Camdan herkese el salladı. Otobüsü otogardan ayrıldı.
Aradan birkaç ay geçti. Ayşe Hanım her gün duasını ederdi oğluna fakat son günlerde artan şehit haberleri kalbine ağırlık vermeye başlamıştı. Üstelik oğlu Mustafa'dan da birkaç gündür haber alamıyordu. O gün akşam yemeğini yedikten sonra haberleri izlemeye başladı. Kırmızı şeritte geçen 'Hain pusu yine can aldı!' yazısını görünce bu sefer kalbi bir başka atmıştı. Televizyonun sesini açtı ve dinlemeye başladı. "Bitlis civarına yapılan bombalı saldırı sonucu beş askerimiz daha şehit oldu." Daha fazlasını sebepsizce dinleyemedi ve televizyonu kapattı ve ardından telefonu çaldı. Telaşla yanıtladı. "Ayşe Öncü ile mi görüşüyorum? Ben oğlunuzun askerden bir arkadaşıyım. Lütfen sakin olup bir yere oturun. Bugünkü saldırıda maalesef oğlunuz şehit düştü. Başınız sağ olsun." Ayşe Hanım'ın gözleri doldu, eli kalbine gitti. Dudaklarından tek cümle döküldü "Vatan sağ olsun." Ben o gün Ayşe Hanım'ın son sözleri olan 'Vatan sağ olsun'dum.Taksim'de yaşayan bir sokak sanatçısı vardı evvel zamanda. Yabancıydı. Fransa'dan ailesinden kaçıp gelmişti. Çünkü hamileydi. Yurt dışında böyle şeylere önem veriyorlar mı demeyin. İnanın Jasmin'in ailesi çoğu aileden katıydı. Bebeği öğrenince de onu evden attılar. Hiçbir arkadaşı da bu bebeğin sorumluluğunu almak istemedi. Tek başına kalan Jasmin de biraz para toparlayıp farklı bir ülkeye gidip çocuğunu orada büyütme kararı aldı. Kararı neye göre doğru kime göre yanlış tartışamayız ama çocuğu için savaşan bir annenin neleri göze alabileceğini az çok tahmin edebiliriz. Duyduğu her şeyi çalabilme gibi bir yeteneği vardı Jasmin'in. Kendi biriktirdiğiyle aldığını bir gitarı ve tanrı vergisi güzel bir sesi vardı. İstanbul'a gelince alışması çok zor oldu. Dil bilmiyordu, mekan bilmiyordu. Tamamen gurbetteydi. Ama birkaç aya alıştı. Taksim'e yerleşti. Esnafın arasında Türkçeyi öğrendi. Kendini ifade edebileceği insanlarla tanıştı. Ve her gün renkli binaların önünde müzik yapmaya başladı.
Yakın zamanda Türk bir ailenin yanında yaşamaya başladı. İnsanlar daha önce böyle bir kız görmedikleri için şaşkındı. Çünkü kız görmeye alıştıkları İstiklal sanatçılarına benzemiyordu. Aylar ayları kovaladı. Jasmin'in karnı belirginleşmeye başladı. İstanbul'da sekizinci ayı biterken bir gün Jasmin gitar çalarken sancılandı. Onun çığlıkları benim sokaklarımda yankılandı. Sonunda hastaneye yetiştirdiler. Jasmin'in güzeller güzeli bir kızı olmuştu. Fakat kendisi uyanmıyordu. Doğum sırasında yaşanan bir aksilik sonucu hayata gözlerini yummuştu. Yanında yaşadığı Türk çift Jasmin'in bebeğini evlat edindiler. İsmini Pera koydular. Şimdi Pera, en az annesi kadar güzel genç bir kız. Bu hikayede ben Pera'ydım. Eski Beyoğlu'ydum.Bilirsiniz, şehrimde her türlü insan yaşar. Ben de her türlü hayata tanık oldum. Çok doldum. Doldukça yağdım. Yağdıkça hüzün rüzgarı estirdim. Hele bir de zemheri zamanı... İşte o zaman insanların en nefret ettiği şehir ben olurum. İşte bu zemheri zamanı herkes evlerine çekilir sokaklarımdan. Koca şehirde sadece kaldırımlarım evleri olmuş insancıklar, onların dostları olan sokak hayvanları yaşar. Ve benim sesim yankılanır bu sefer şehrimde. Kulak veririm benim için çalınmış sazlara, yazılmış sözlere. Ne güzel demiş Özdemir Asaf Diye şiirinde:
"Türkiye'de İstanbul ne ise,
İstanbul'da gece ne ise,
Gecede yürümek ne ise,
Yürürken düşünmek ne ise,
Seni unutamamacasına düşünmek ne ise,
Unutmamanın anlamı ne ise,
Seni sevmek ne ise,
Saklayayım, yok söyliyeyim derken
Birden aşka düşmek ne ise.
Her neyse."Size son bir hikaye anlatmak istiyorum. Fakat bu insanların hayatından değil, bu benim iki evladımın hikayesi. Kalbimin ortasında bulunan bir Kız Kule'm var. Benim için şehrimdeki en güzel kız olabilir. Dalgalanan duygularımın arasından asilce başını kaldırmış ve herkesi selamlar şekilde durmakta. Herkesten uzakta, yalnız fakat bundan şikayetçi değil.
Bir de Galata'm var, sağ yanımın en kıymetlisi. Hatta en gözdesi. Onca yapının arasından başını kaldırmış bakmakta. İçinde bir sürü aşka şahitlik etmiş, bir sürü imkansıza imkan kılmış fakat kendi lanetini bir türlü kıramamış asil çocuk.
Bu iki evladım, ezelden beri birbirlerine bakıp dururlar. Aralarında bir deniz vardır fakat onlar bakışlarıyla duygularını anlatılar. Gelen herkes, her gün onların görünmez aşkına şahit olur da farkına varmaz.
Fakat benim lanetim de bu, üzerimde yaşanan her hikaye mutlu sonla bitmiyor. Çok acı olanları da var aynı derecede tatlı olanları da.
Kimisinin göz bebeği, kimisinin de lanetler okuduğu bir şehrim ben. İstanbul'um ben, mavi bakarım her şeye. Dalgalanır ruhum sayfalarınızda. Aklınıza girerim usuldan da haberiniz olmaz. İstanbul'um ben insanlar, sizin hem içiniz hem dışınızım.
Kanatlarınızım ben sizin insanlar, özgürlüğünüzüm. Sesinizim sizin gürültüde kendini duyuran. Nazım'ınıza Vera'yım. Sözünüze sesim. Kağıdınıza kalemim insanlar.
Her gün her köşemde farklı insanların farklı hikayeleri yaşanıyor. Siz de o hikayelerden birisiniz insanlar. İstanbul sizsiniz. İstanbul'un satırları onu yaşatan insanlarla dolar. İstanbul'u yaşatın insanlar. Beni yaşatın.
(2019)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Lafügüzaf
General Fictionİnsanlar geldi, insanlar gitti. Zaman geçti, mevsimler değişti. Kalemler değişmiş kağıtların üzerinde inatla dans etti. Ve ben canımı yaktığınız kadar yazmayı denedim.