Eylül Atik; genç yetenek, notaların kızı, on parmağında on marifet olan su gibi bir hanımefendi... Ruhunu melodilerle harmanlamış bir genç kız. Genç kız dediğime bakmayın sakın, diğer yaşıtları gibi aklı beş karış havada değil; yaşından oldukça olgun davranışlarıyla tüm ilgiyi üstüne çeken bir kişidir kendileri. Olgun dediysem de hemen ciddiye almayın, aynı zamanda delidir de içindeki kişilik. Kendini bildiğinden beri ruhunda müzik çalar Eylül'ün. Çoğu müzisyene nazaran sesi o kadar da güzel değildir. Onun sırrı parmaklarıdır. Tanrının bir lütfu denilir sanırım fakat dokunduğu her şeyi çalabilmektedir. Lakin bir aşkı vardır ki tüm o sesleri arka plana atar... Piyano.
Kolu ile beli arasına sıkıştırdığı nota kağıtlarıyla evin içinde bir uçtan diğer uca hızlı adımlarla yürüyordu. "Düşünmem lazım, düşünmem lazım, düşünmem lazım... Nerede eksik var? Tam oturmayan şey ne? Her şeyin tamam olması lazım oysaki. Her şey yerli yerinde ve mükemmel. Ama benim kafama yatmayan kısım ne?" Kolunun altındaki kağıtları yakınına gitti. Teker teker özenle kağıtları yan yana dizdi. Masadan iyice uzaklaşıp öylece baktı. Kafasının içindeki boşluğu bir türlü dolduramıyordu. Hala bu bestenin içinde bir şeyler eksikti. Masaya doğru eğildi ve parmaklarını tahtanın üstüne ritimli bir şekilde vurmaya başladı. Ağzının içinde melodileri mırıldandı ve birden masaya vurup ellerini çekti. Yüzünde tatmin bir sırıtış belirdi, ardından saçına sıkıştırdığı kalemi alıp portenin üstüne si bemol çizdi. Ardından masadan uzaklaştı ve tekrardan baktı. Sadece tek nota yüzünden günlerdir düşünüyordu.
Pijamasının cebindeki telefon sesi tüm odayı doldururken duyduğu gibi elini cebine atıp telefonunu çıkardı.Ekrana bakınca günlerdir alışık olduğu isim olan 'Ari'yi gördü. Kaç gündür evin içinde bu boşluğu düşünüyordu bilmiyordu fakat telefonunda birçok cevapsız biriktiği belliydi. Daha fazla bekletmeden yanıtlayıp kulağına götürdü. "Kızım sen nerdesin kaç gündür ya!? Farkında mısın seni ne kadar çok aradığımı!? Kaç ke-" Sözünü keserek araya daldı Eylül. "Notaların hikayesini bilir misin Ari?" Ari, Eylül'ün sakin sesine karşılık daha çok sinirlenerek bağırmak için ağzını açtı fakat Eylül tüm laflarını ağzına tıktı. "Do, Dominus demektir. Yaradan anlamına gelir. Re, Rerum; madde demektir. Mi, kendisi benim en sevdiğim olur, Miraculum; mucize demektir. Fa ise az çok tahmin edebileceğin gibi Familias Planetarium yani Güneş Sistemi." Ari'nin sıkıldığını belirten iç çekmesi telefonun ahizesinde yankılandı. Eylül buna rağmen sanki hiç duymamış gibi devam ediyordu. "Sol, Solis; Güneş demektir. La, Lactea Vita; Samanyolu diye geçiyor. Sıkıldığını biliyorum ama zaten sonuncusuna geldik. Si, Siderae; gökler demektir. Şimdi sen soracaksın neden kaç gündür evdesin vesaire diye. Sana az önce söylediklerimi düşün ve bendeki önemini tahmin etmeye çalış. Bestelerimi umursa, bana biraz saygı göster. Tek ricam bu." Eylül'ün sakin konuşma tonu Ari'yi iyice mayıştırmıştı.
"Hocalar sana birkaç gündür ulaşmaya çalışıyor. Besten hakkında." Eylül kaşlarını çattı. "Onlara ne benim bestemden?" Ari'nin sıkıntılı sesi yankılandı. "Bilmiyor musun? Tüm bölüm içine kapandığından beri bunu konuşuyor. Zaten bizden yaşça küçük olmana rağmen bu raddeye gelebilmişsin. Bir de beste yapmaya girişmek, açıkçası büyük cesaret. Normal birisi böyle deyip çekilse ciddiye alınmazdı fakat konu sen olunca işler biraz değişiyor." Eylül göz devirdi ve telefonu uzaklaştırıp aramayı sonlandırdı. Çok fazla dolu olmayan odasının duvarları kâğıt parçalarıyla süslenmişti. Sıradan bir insan görse kâğıttan bir okyanusa düşmüş gibi hissederdi. Ama Eylül'e göre hepsinin birer anlamı vardı. Onun kafasında canlandırdığı şeyler, nota dolu kâğıdın üstüne aktığı zaman bir cennet oluşturuyordu. Eylül, uzun uzun siyah piyanoya baktı. Gözünün önünde piyanonun önünde duran annesi canlandı.
Ilık sayılabilecek bir ekim gecesiydi. Annesi yine o çok değer verdiği piyanosunun başında duruyordu. Eylül o zamanlar on yaşlarındaydı. Annesi, babasının onları bırakmasının sinirini her akşamüstü ince parmaklarını sertçe beyaz tuşlara basarak çıkarırdı. Babası, birkaç yıl önce bunalıma girmişti. Bir gün yine annesi Eylül'ü okuldan alıp kalan işlerini halletmek için konservatuara gitti. Eve biraz geç gittiler ve gittiklerindeyse kapının yanında bulunan ahşap masanın üstüne babasının el yazısıyla dolu birkaç sayfa vardı. Ev boştu. Artık sadece Eylül ve annesi vardı. Koridoru sertçe sarmalayan Sergey Rahmaninov besteleri artık Eylül'ün kulağına kazınmıştı. Eylül, kapının pervazına sırtını dayamış; annesini hayranca izliyordu. Sonra birden annesinin parmakları yavaşladı, bestenin büyüsü bozuldu. Annesi hiçbir şarkıyı yarıda bırakmamıştı. Eylül kafasını kaldırıp annesine baktı. Her şey ağır çekimde gibiydi. Annesinin piyanonun üstüne kapanan ince bedeni tuşlara değince bir ses cümbüşü oluşturdu. Ve narin kadın bir daha o piyanonun başından kalkamadı. Artık odadaki tek nefes sesi Eylül'ünkiydi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Lafügüzaf
General Fictionİnsanlar geldi, insanlar gitti. Zaman geçti, mevsimler değişti. Kalemler değişmiş kağıtların üzerinde inatla dans etti. Ve ben canımı yaktığınız kadar yazmayı denedim.