0: "SAVAŞ"

47 1 0
                                    




bazı durumların, bizi tüketen bir iç savaşa yol açacağını bilemeyiz. sevgi, aşk gibi kelimeleri, bu durumun arkasına yastık yapar ve onlardan güç alırız.

bu hikayeye başlarken aşırı kararsız kelimelerle başladım ama sonradan aradığım duyguların aslında aklıma işlenmiş olduğunu ve kurgulaştırdıkça geleceğini fark ettim.

20.05.2021- hikayeyi sekiz yılıma ithaf ediyorum ve yorumlarınızı bekliyorum.

tüm kitabın şarkısı: muse - blackout

iyi okumalar.

***

Kapı sonunda açıldığında havasızlıktan, güneş ışıklarını yutmaya başlayan eve girdiler. Oğlan, çok dalgındı ve kapının deliğini bulup anahtarı yerleştirmesi bile dakikalar almıştı. Sallanarak eve girdi. Artık oğlan demek için hayli büyümüştü ama önemli değildi. Ne olursa olsun ikisinin de midesinde bir akrep vardı. Bu akrep, kıskaçlarıyla midelerine zar zor indirebildikleri olgunluğu parçalıyordu. Çocukluklarının, kevgire döndüğüne eminlerdi, bunun intikamını alan akrep ikisinin de hayatını mahvetmişti. Umursamadılar. Uzun süre önce umursamayı bırakmışlardı.

Nefesle alkol kokusunun karışımı koku, odanın her tarafını istila etmiş ve maddi bir şey olduğunu kanıtlamaya çalışır gibi kollarını bağlayarak tüm mobilyaların, perdelerin üzerine yapışmıştı. Kız, oğlanın nefesini tanıyacak kadar uzun süredir tanıyordu onu. Bir zamanlar kendine yarattığı konfor alanı olan ortak evlerine giriş yaptıklarında havasızlık dışında, her yerin talan edilmiş olması göze çarpıyordu. Oğlana göz ucuyla baktığında, tüm bu dağınıklığın sorumluluğunu üstlenir gibi omuzları eğilmişti.

Etrafta kol gezen sigara dumanı, içeri hapsolmuştu. Kıvrıla kıvrıla yere devrilmiş uzun, ucuz masanın tepesinde hâlâ ayakta duran sandalyelere oturmuş, bacak bacak üstüne atmıştı. Duman yavaşça ayağa kalkarken, oğlan elinin tek hareketiyle masayı kaldırdı. Düzeltme ihtiyacı duymuyordu, herhangi bir şeyi düzeltemeyecek kadar çok dağıtmıştı hayatını. Tıpkı evi ve kızı kendiyle beraber dağıttığı gibi.

Çok şey değişmişti ama çöktüğü sandalyede karşısında oturan oğlanda yüzyıllardır aynıymış gibi hissettiren özelikler vardı. Kısacık saçları, ölüm beyazı teninin üzerine tek tek batırılmış gibi görünüyordu. Yüzü, Basil'in tabloyu yaptığı anda onu herkesten saklamak isteyecek kadar güzel ve özel bulması gibi, bağımlılık yaratıcı bir güzelliğe sahipti. Ayağına giydiği Stan Smith ayakkabıları, bu dünyada özenle baktığı tek şeydi. Tanıdıktı, onları seviyordu kız.

Cebinden çıkardığı Gerber marka av bıçağı, üzerindeki en pahalı şeydi. Onu kenara atarken, kızın o bıçaktan her zaman korktuğunu biliyordu. Oğlana göre kız, ürkütülmemesi gereken bir ceylandı ama bu zamana kadar ikisi de birbirini sonsuz kere ürkütürken bu düşüncenin önemini yitirdiğini fark etti. Attığı bıçağın ardından ayaklandı. Kız, yerinden sıçrasa da toparlandı. En son bu kadar çabuk hareketlerle hareket ettiğinde, oğlanın neler yaptığını düşündü. Yıllarca onun arkasında durmuştu. Arkasında durduğu şeyin pimi çekilmiş bir bomba olduğunu zamanla anlamıştı.

"Bizi neden buraya getirdin, Asil?" Bıkkın sesi, havada dolanan bulanık renklere karışırken, sıçramasını gizlemek için bıkkın ama kararlı şekilde sormuştu bunu. Sahiden, oğlanın neden onları buraya getirdiğini bilmiyordu. "Yeniden yaşamamız için." Kız, oğlanın söyledikleri ardından gülmemek için kendini zor tutarak anlıyorum, anlamında kafasını ağır ağır aşağı yukarı salladı. Yeniden oğlana döndüğünde, onun gözlerinde çok daha farklı bir şey yakaladı. Hayır, anlamıyorsun.

Yaşadıklarının tümünden yorgunlardı ama hâlâ yaşıyorlardı. Yaşamaktan başka yapacak bir şey bulamamışlardı çünkü. Gidemiyorlardı da çünkü insanlara cevap vermek yerine birbirlerinin etini koparmayı tercih ederlerdi. Birbirlerinden korkmayı; her an ikisinden birinin, diğerinin kafasına bir silah dayayabileceğini bilmeyi; dışarıdaki insanlara tercih ederlerdi.

Burada, yeniden yaşanabilecek tonlarca anı vardı ve içlerinden seçmek kıza zor geldi. Bu inanılmaz bir külfet olurdu. Düşünmeyi bırakalı çok olmuştu, sorgulamayı bırakalı. Kendini ona bırakalı çok oldu, dedi içinden bir ses. Ürperdi. İçerinin bunaltıcı sıcağına rağmen, küçük kıllarının hepsi dikilmişti. Soğuk gözleri, oğlanın suratında gidip geliyordu. Oğlanın dudaklarının kenarı kıvrıldı ve saçlarını daha iki gün önce, kendi elleriyle tıraş ettiği kıza yaklaşmaya başladı.

Attığı her adım, havada kırbaç gibi şaklayarak birbirleriyle birleşen elektrik akımlarına dönüyordu. Aralarındaki bağın sağlamlığı, ellerine bulaşan kanın rengi ve daha başka her şey bu akıma kapılıp geriye birbirlerinden başka hiçbir şey bırakmıyordu. Kızın tepesine geldiğinde durdu. Kız, anlamayan gözlerle oğlanı gözlemliyordu ama ona yaklaştıkça, gözyaşlarının akmak için hazırlandığını hissetti.

Kızın kalçalarını kavrayıp sandalyeden kaldırdığında, kollarının arasında minik bir kuş tutuyormuş gibi hissediyordu oğlan. Kafesini arayan, minik ve aslında savunmasız görünse de tam tersi, müdafaayı ona öğretmiş olan bir kuş. Kız, şaşırsa da kalbinin atışının hızlanmasına engel olamadan oğlanın beline doladı bacaklarını. Ensesine sıkıca tutundu, yoksa düşecekti. Ellerinin altında, tıraş makinesinden kurtulmuş yumuşak dikenlerle aynı hissi veren birkaç tel vardı. Dağınık salondan geçip karanlık bir odayı bulduğunda ışığı açmadı oğlan. Siyah perdeler, içeriye en ufak güneş ışığı almıyordu ama kapı açıktı ve salon pencelerinden içeri ulaşabilen ışık, kızın yüzünü yeterince görmesini sağlıyordu.

Üstelik yüzünü görmesine gerek yoktu. Ezberlediği tenin üzerinden dudaklarıyla geçerken kızın gözlerinin ıslandığını biliyordu. "Neden? Bunca zaman sonra, neden?" Kız, bir şarkı gibi mırıldandığı sözlere sığınırken gözlerinden süzülen yaşlar canını yakmaya başlamıştı. Umursadığı tek bir şey olduğunu söyleyebilirdi. O da kalçasını kararlı ve sıkıca tutan ellerin sahibiydi. Kız, sırtının yatağa değdiğini hissetti. Dazlak kafası, uzun süredir kullanılmamaktan eskimiş yastıkların üzerine düştü.

"Her şeyi burada bitirelim istedim. Ruhumun ve bedenimin ihtiyaç duyduğu tek şey sensin." Elleri acele etmeden, kızın altındaki ipek, bağcıklı pantolonu buldu ve onu aşağı çekiştirerek çıkardı. Parmakları, iç çamaşırının içine girdiğinde şaşkınlıkla kızın kulaklarına gömdüğü yüzünü açığa çıkardı. Tükenmiş olduklarını, ikisinin de sıfırı tükettiğini düşünürken kızın, kendine bu kadar hazır olması, oğlanı gerçeklere götürüyordu. "Seninle savaşamam," Parmakları, sert bir şekilde kızın haz noktasını esir almıştı ve hareketleri, sözleri kadar yumuşaktı. Gölgeler, altındaki tanıdık bedenin yüzünde daha da kararıp arsız bir şekilde oynaşında daha fazla dayanamadı. Islak kuyunun içini iki parmağıyla doldururken kızın hiç ses çıkarmadan yay gibi gerilen vücudunu izledi. Kendi vücudundan bile daha tanıdıktı.

"Savaşamazsın," diye onayladı kız. Savaşacak bir şey kalmamıştı. Sana savaşmayı ben öğrettim ve sen, ilk beni tükettin, demek istedi. Birbirimizi tükettik. Nefes nefese oğlana baktığında, kahverengi gözlerinin ve istekle aralanan dudaklarının izini ömür boyunca taşıyacağına emindi. Şu anda burada olmasaydı bile, onun hayaletiyle beraber yaşayacağını ve bir şekilde, her şeyin yalnızca ruhlarının birbirlerine akmasına sebep olduğunu biliyordu. Oğlanın söyledikleri, kendi düşündüklerinden daha mantıklıydı. "Çünkü savaşırsam ve kazanırsam," Parmakları, ritmik şekilde daha derine gömülüp geri çekilirken kızın dudaklarından belli belirsiz bir hırlama döküldü.

"Kazanırsam, kaybetmişim demektir." Kız inledi, sesi bahar festivallerini kaplayan insan uğultuları gibi cıvıl cıvıldı. Sesi, kazanılmış savaşların zafer hissiyatıydı. Sesi, renklerin sesiydi. Sesi, ruhunun boşluklarını doldurabilen tek şeydi. "Işık, sen benimsin; ben de senin olmuşum. Aynaya baktığında benden başkasını görebiliyor musun? Bunun ötesi yok." Oğlanın elleri sertleşip hızlanırken nefes nefese dudaklarını kızın dudaklarına bastırdı.

Birbirlerini tüketmeye devam edeceklerdi. Birbirlerinden korkmaya, kaçmaya çalışmaya devam edeceklerdi. Ama önemli değildi. Çiviyi ancak bir çivi söküyordu.

ABİSHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin