10. 05. 1886
Daegu _ Güney Kore
xxxxx
''No 7 Efendim. İsterseniz size eşlik edeyim''
Hafifce başımı salladım.
Uşağın arkasına geçip onu takip etmeye başladım.
Dar korüdorlardan geçiyorduk. Korüdorların sağ ve sol tarafları kapılarla doluydu, kapıların üstünde ise numaralar. Biz 7 numaralı odaya gidiyorduk. Duvarlar siyahın en koyu rengiyle boyanmış. Herkes siyah takıp elbiseler giyiyordu, buda benim içimi daraltıyordu.
Buraya gelmemin tek bir nedeni vardı; bir kaç ay önce aldatılmam.
Sonunda 7 numaralı odaya geldiğimizde ikimizde durduk. Uşak kapıyı açtı ve beni içeriye buyur etti. Ardından kendisi de odadan çıktı. Odada tek başıma kalınca korkmadan edemedim doğrusu. Sakin, ağır başlı ve resmi görünüşlü bir odada bulunuyordum. Kitap raflarıyla kaplı duvarlara birkaç gravür mevcuttu odada. Bir köşede, kartlarla dolu bir evrak dolabı vardı. Duvara dayalı bir klasörden tren ve vapur tarifeleri taşıyordu. Pencerelerin arasında, üzerinde telefon bulunan büyük bir yazı masası duruyordu. Yanında, ufak bir ek masanın üzerinde, bir yazı makinesi vardı. Odanın düzenli hali, ev sahibinin derli toplu ve yöntemli bir insan olduğunu gösteriyordu.
Duvara sabitlenmiş olan raflara yaklaştım, yan yana dizili ciltlere şöyle bir göz attım. Kalın ciltli bu kitaplarda da insanı ürkütecek herhengi bir şey yoktu. İlk bakışta ilgimi çeken kitaplar şunlardı: To kidnapped, Protect the royal treasura ve Soul Curtain.
Bir okuma masasına yaklaştım. Masanın üzerinde dergiler ve yeni yayınlar duruyordu. Bir ucunda, 10 tane yeni roman sıralanmıştı.
Ben hala odayı incelerken kapı açıldı, ev sahibi içeriye girdi. Adamın bakışları buz gibi soğuktu.
Ev sahibi, bana doğru ilerlediğinde geriledim.
Masasına oturdu ve bana oturmam için karşısındaki sandalyeyi gösterdi.
Tereddüt ederek oturdum.
Vazgeçmeliydim belki.
Ev sahibi, sanki beyaz boyayla boyanmış gibi yüzü, son derece siyahın en koyu renginde saçları vardı. Gözlerinde saçlarının rengini aldırıyordu. Ama ten rengi saçlarının ve gözlerinin tam karşıtıydı. Hemen hemen kar gibi beyazdı.
Onun gösterdiği yere oturdum ve siyah ceketimi düzelttim.
''Jeon Jungkook siz misiniz?''
''Öyle tanınırım. Benim için fark etmez; ne ad olursa olsun işime gelir. Sizi tanıyorum. Daha öncede buraya geldiniz.''
Çalışma masasının çekmecesi den bir ajanda çıkartıp geri eski yerine, karşıma oturdu.
''Burada öldürttüğünüz kişi yazıyor. 07.11.1879 senesinde öldürülmüş.''
Ajandasını kapattı ve gözlerimin içine baktı.
''Öldürdüğümüz için pişman olup paranızı geri mi istiyorsunuz?''
Hemen telaşla; ''Yo hayır, geri iade için gelmedim!'' diye atıldı. ''Tam tersine, bundan önceki işten çok memnun kaldık. Hizmetinize bir kez daha başvurmak istiyorum. Ama bu sefer çalıştığım şirket adına istemiyorum. Kendim bireysel başvuracağım.'' dedim.
Bu sefer Bay Jeon dikleşti; ''Kimi Öldürtmek istiyorsunuz?''
Derin bir nefes aldım. Şimdi söyleyeceklerim ağzımdan çıktığında geri dönüşü olmayacaktı.
''Roséanne Park'ın öldürülmesini istiyorum.''
Jungkook, Jimin'den Rosé'nin özelliklerini istemişti. Jimin eski sevgilisinin özelliklerini anlatırken. Jungkook önündeki ajandaya sesizce duyduklarını yazıyordu.
Onu para karşılığında öldürtecekti.
XXXXX
miamagi
ŞİMDİ OKUDUĞUN
among the flames | rosékook
FanfictionUşak dışarı çıkıp kapıyı kapatınca genç adam korkmaktan alamadı kendini. Oysa çevresinde insanı korkudan titretecek hiç bir şey yoktu. Sakin, ağırbaşlı ve resmi görünüşlü bir odada bulunuyordu. "Rosénnea Park'ın öldürülmesi arz ediyorum!" Rosénnea P...