KISIM BİR: KAPLUMBAĞA TERBİYECİSİ

74 4 23
                                    

Sezen Aksu: Erkek güzeli

Alp Yenier: Belki Aşk

Hümeyra: Tukulardan İntihar

~~~~~~~~~~~

İlk Nakarat

Yüreği avuçlarına sığmayan küçük bir kız iken bir akşam Gulliver'in yaveri, diğer akşam Okyanusya'da bir korsandım ben. Mesela ertesi gün öğlen babaannemin yaptığı meşhur kurabiyesini yerken bir seyyah, gecesinde gözlerim dalarken uykuya Narnia'da bir orman ciniydim. Tam anlamıyla var olmanın peşinden koşan bir simyacıyken hemen hemen yarım saat sonra gök yüzünde uçan bir Hezarfen olurdum.

Kavgasını yapardım traktöre binmenin. Düşersin, oran buran acır hesabını veremeyiz sonra demelerine rağmen hiç birini dinlemez alırdım yanıma sefer tasımı, yüklerdim sırtıma bohçamı, zıplardım hiç gocunmadan traktörün taşıdığı marabaların yanına. Bir de şalvarımı giydim mi tamamdım çünkü Çavuş'tum ben. Tarlada çiftçi, marabaların yanında Çavuş. Seyis'in yardımcısıydım çiftlikte, atları tımarlardık. Üstüne atların saçlarını örmeme bile izin verirdi seyis. Yağız atımın üzerinde dört nala koşarken dünyayı kurtaran bir Türk'tüm boyum daha yarım bile değilken. Gerçekten küçücüktüm ben ama hayallerim Jack'in fasulyesinden bile uzundu.

Kocaman bir kitaplığı vardı ailenin. Okuduğum her kitabın öğrencisi olurdum çoğu zaman sonra bilmiş bilmiş gezinir öğretmencilik oynardım. Hatta bir ara boyumun yetişemediği bir kitaba uzanmış ve kaybolmuştum içinde. Farklı bir dil gibiydi konuşabildiğimin ama anlaşıyorduk ve garip bir güzelliği vardı. Hisliydi. O zaman peltek peltek dilimden dökülen sözler şimdi ezberimde bir hatıraydı. Ne diyordu Bâki;

Fermân-ı 'aşka cân ile var inkiyâdumuz

Hükm-i kazâya zerre kadar yok 'inâdumuz

Baş egmezüz edâniye dünyâ-yı dûn içün

Allah'adur tevekkülümüz i'timâdumuz

Sonra bir gün girdi babaannem odama, yıkadı beni bir güzel her yerimi keseleye keseleye. En güzel elbisemi çıkardı ve kollarımdan geçirdi. Hiç unutmam bembeyaz bir elbiseydi. Üzerine toz konsa çıldırırdım. Hiç kirlenmesin, güzelliği gitmesin isterdim. Sonra saçımı taradı, bir güzelde örgü örmüştü, mısır örgüsü. Ucunda da kırmızı bir kurdale bağlamıştı ardından kırmızı rugan ayakkabılarımı giydirmiş ve boynuma nazar boncuklu altın isimliğimi takmıştı. Özel bir şey olduğunun farkındaydım ama ne olduğunu bir türlü anlayamıyordum. Düğün diyorlardı adına ama düğün de neydi? Bir insan mıydı yoksa bir yer mi? Neydi bu düğün yahu? Sonra ahh...

Işıklar... Göz kamaştıran ışıklarla doluydu her yer. Beyaz çarşaflı masalarda mis gibi kokan kır çiçekleri buket buketti sonra ayaklı, mozaikli lambalar vardı masaların arasında. Ortada boş bir alan vardı ve bir sürü çocuk oynuyordu ama etrafı izlemekle ve şaşırmakla meşgul olduğumdan hem de elbisemin kirlenmesini istemediğimden kalkıp oynayamıyordum ben de onlar gibi. Üstelik tanıdığım tanımadığım bir sürü insan oturduğumuz masaya geliyor selamlaşıyorlardı bizimle. Onları mı inceleyim, düğüne mi bakayım yoksa çocukara mı katılayım... Gözlerim hayretle bir o tarafa bir bu tarafa dönüp duruyordu. Sonra bir şey oldu. Davullar çalmaya başladı ilk önce, orta yaşlı bir kadın mani okuyup zılgıt çekmeye başladı ardından peşi sıra bir kalabalık girdi. O ne güzel şeydi. Atın üstünde bir peri.

"O kim?" diye sorduğumu hatırlıyorum yanımda oturdan babaanneme.

"Gelin." Bir süre daha gelinde oyalanan gözlerim bu sefer atı eyerinden tutan kişide takılmıştı.

"Atı tutan kim o zaman?"

"Damat."

"Düğünde ne yapıyorlar?"

Yasemin Ağacının AltındaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin