Beni Yakalamadan Önce

4 0 0
                                    



     "Tehlikede olduğumu hissediyorum, sezgilerim kuvvetlidir. Ancak arkama bakınca, takipte birini göremiyorum. Beni soran insanları işitmiyorum. Adresimi bilen insanları tanımıyorum. O kim ve neden peşimde anlamıyorum. En kötüsü, bunları galiba kafamda kuruyorum. Bir görünmem gerek sanırım, derhal bir doktora danışmam gerek!"

Ritim.
Ritim.
Ritim.

  Hayatta her şeyin ritme dayalı olduğunu söyleyenler vardır. Her işin ona uydurulan veya bir şekilde kendi kendisine uygun bulduğu düzeni vardır. Bir sisteme, bir düzene ve o işin getirdiği rutinin çıkardığı bir ritme sahiptir. Sesler, her bir yandan uyumlu bir tınıda patlar. Klavyelerin tuşlarının, kahve makinesinin çıkarttığı sesle harmanlanıp nasıl büyüdüğünü işitebilir; kepçelerin tencereye çarparak çıkarttığı sese bıçağın sebzeleri sıyırarak tahtanın üzerinde son bulan yolculuğunun ne de birlikçi davranış sergilediğini çıkardıkları seslerden duyumsayabilirsiniz.  Bir toprağın yığımına, küreğin taşlarla husumetine dikkat kesilirken arkadaşı demirin, diğer başka bir demirle çarpışma anının duyumsamasını yaşadığınızda, yokluğunu hissettiğiniz anda ilk o sesi arayabilirsiniz. Her şey ses, her şey ritim...

Ritim, ritim ve ritim.

Eğer bizler (kısaca televizyoncular, ancak kameranın arkasında ve çok ötesinde kalanlar olarak tanıtacağım bizleri) dengesiz, sıradan bir varyete programını insanların önüne koyup seyredin dersek, bu program düzene ve haliyle ritme de sahip değilse hiçbir izleyiciyi programa çekemeyiz. Ritm, doğanın bir parçasıdır; ritim, düzenin gereksinimi, haliyle ihtiyacımızdır. Ses, duymayı doğuştan edinmiş insanların en büyük ihtiyacıdır ve biz insanlarla sesleri eşleştiremezsek, sadece bir grup seksepalitesi düşük insan kitlesini, kıytırıktan bir kamera önüne koymuş oluruz. Ses yoksa, işlev yok olur. Görüntü yok olsa dahi, insanlar o sesi arar çünkü bizim düzenimizde.
Biz yalnız insanları, yalnız yuvalarında kucaklarız. Sadece sesimiz, güven duygusu verdiğimiz için en karaktersiz insanı bile o seslerle ilah ederiz. Arkanızı döndüğünüzde, korkmamanızı sağlayan o boşluğu "dolduran" kalabalık, aile ve evinizin bir parçasıyız biz. Seslerimiz, bize bu yüzden gerekli ve doyurucu gelmelidir ki izleyiciye de erişebilsin.

Burada (aynı şekilde bir televizyon kanalının halk tarafından zerre dikkate alınmayan yönetici katında, kısır döngüye dönmüş belge ve toplantı gibi pratik işlemleriyle uğraşan bir bölümünde) işlerin yürüme stili farklıdır. Herkesin kendi alanı vardır (haliyle oluşturabilirlerse ritmlerini oluşturur burada insanlar), ben sadece onları kontrol eder (ne kadar yerinde bir ritm tutup tutmadıklarını incelerim), zeki ve kurnazların önünü açar ve paraya doyamayan insan sömürge sistemine daha çok yatırım yaparım. Sonra payımı alır, fikri üreteni ödüllendirir ve onun ömrü geçene dek onunla el bebek gül bebek ilgilenirim. Basitleşirse de şutlar ve yenisini gözde olan ilan ederim.

Televizyon böyle işler. Ancak insanlar da aynıdır. Milatları dolduğunda, onları daha fazla orada tutamazsınız. Sesleri basitleşir, tutturdukları ritimler düzenin arasından kayarak dinleyicinin kulaklarını tırmalar. Ritmi bozar. Ben, bu göreve işte tam olarak bu kargaşadan kopmak için hayatımı adadım, hiçbir kusura yer vermedim. Hiçbir kusura yer vermeyeceğime yemin ettim.

Sanırım tam bu noktada, benim de sonsuz bir ritme sahip olduğumun inancı iliklerime kadar işledi. Ben, o nadir hedeflerdendim. Benim kovulmam, ritmsiz kalmam, basitleşmem imkansıza yakın bir şeydi doğrusu.

"Başkan Gwan, iyi günler dilerim efendim. Bugünkü toplantının notlarını ve Yönetici Shin'in imzalamanızı buyurduğu dosyaları getirdim." Elime sesin sahibi varmadan çok öncelerde aldığım kağıtları, gözden kaçırmamak için klavyenin üzerine bıraktım. Birkaç gün içerisinde devam kararına varacağımız yeni programlardan birisiydi o kağıtlar da. Sonrasında, uzatılan belgeleri alırken gülümsemeyi ihmal etmiyordum. Eski moda takılmayı sevdiğim için ve notların üzerinde işaretlemeler yapabilmek için her seferinde attığı e-postaların yanı sıra ondan bir çıktısını istiyordum.

"Teşekkür ederim." Sakince yanıtladığım sekreterim bana içten bir tebessümle karşılık verdi, ardından önemli olmadığına kanaat getirdiğim ve derhal yöneticimize gönderilmesi hedeflenmiş belgeleri uçtan uca alışkanlık edindiğim hızlı göz taramasıyla inceleyip imzalarımı gerekli her bir sayfaya attıktan sonra dosyayı geri ona uzattım. Bana selam vererek çıkmadan önce, "Sakinleştici bir çay yapmamı ister miydiniz? Bugün çok stresli görünüyorsunuz." Elimin altındaki klavyeye geri dönmüş, kağıtlara ve yazıların beni götüreceği karamsarlığın akışına kapılacaktım ki bana sunduğu teklifiyle kendisine yeniden dikkat kesilmemi saylayan Lenora anlık dikkatimin başka yöne çekilmesini sağladı.

"Aslında... Çok iyi olur. Fakat bir yarım saat sonra getirebilmen mümkün mü? Şu an bu sıkıcı mahlukatlara oldukça yoğun bir iletişim içerisindeyim." Önümdeki üç beş A4 kağıdının oluşturduğu yığını işaret edip, ona tekrar gülümsedim.

"Elbette efendim, iyi çalışmalar." Diyerek odadan geldiği hızda geri çıktı. Hep böyle birisiydi. Nazik, iş bilir, üstelemez ve işini yaptığını belli eder nitelikte sağlam bir elemandı. Kendi alanına gidişini, sırtının öne arkaya hareket eden kolları sayesinde gerilip büzülüşünü, sonra esneyip gömleğini tenine yapıştırışını izledim. Zaten çok beklemeden kendimi önümdeki işin sıkıcılığına kaptırmış bulunmaktaydım.

Duraksamak, kaytarmak gibi bir ihtimal hayatımda yer edinmiyordu. Ritmin bozulmasına, zilin zamansız çalıp bitişi erkene almasına sebep olacak riskler hayatımda yer edinmiyordu. Tekdüze hayatı olan, ritmi dolu dolu fışkıran o nefesli çalgılardan biriyim ben de, bu ritimde payım büyük, bazen duyulsam da anlaşılmıyor yalnızca görüntü ve gürültüyle bağdaşlaştırılıyorum. Ancak önemim büyük, çünkü bu bütünlüğü sağlayabiliyor ve ayırt edilmiyorum.

Bu yüzden dinlenmek, duraksamak, beklemek, düşüncelere kapılmama sebep olacak her türlü eylemden uzak durmak ancak işimi yapmak benim görevim. Burada, bu ofisin içerisinde ben tükenen nefesin çıkarttığı o eserken derin bir nefes almak bile planın parçası değilse yasak bana.

Öğleden sonra beş gibi ofiste dolanıyor, odamın içerisinde kaybettiğim sıkıntılı malum dosyalardan birini arıyordum. Dışarıda, soğuk bir havanın hakim olduğu artık görüntüde beliren beyaz taneciklerden tescilli bir hale gelmişti. Kar yağıyor, rüzgârın uğultusu kalın ve hava geçirmez camlarımın ardından bile duyuluyordu. Çarpışmanın gürültüsü işitilebilir düzeyde sertti anlaşıldığı üzere. Sessiz yağdığı iddia edilen karın camıma çarpan taneciklerinin çıkarttığı ses, çat çat, kum havuzunda oynayan bir çocuğun kumları oyuncak kovasına dökerken duyduğum o sesi anımsatıyordu. Birisi, dışarıdan içeriye sessiz bir çağrı bırakıyor gibi; sizi dışarıya, yanına davet ediyormuş gibi bir his veriyordu insana. Şimdiden, çağrılarına uyup dışarıda anını değerlendiren çocukların bulunduğunu biliyorum. Evlerine yetişmek isteyen insanların toplu taşıma araçlarını doldurduğu anki resmi gözlerimin önüne, titreyen insanların koşuşturarak sıcağı bulmak için itişe kakışa binmeye çalıştığı biçimiyle, gelebiliyor. Trafiğin aceleci insanlar yüzünden tıkanacağını, eve gidiş zamanıma dek açılacağından da kesinkes biliyorum. Her şeyin farkında olmak beni kendimden emin kılıyor böyle zamanlarda, böylece rahat hareket edebiliyorum ve haklı çıkmanın verdiği hazzı yaşayabiliyorum.

Mesela o aceleci budalaların aksine ben, bu yağışın iki saate biteceğinin farkındayım.

Dolapları karıştırıp dururken çalınan kapıyla duraksayarak bir anlığına bekledim. Ancak kendimi yerden kaldırıp da "Girin." Dediğimde tümüyle toparlanmış, üstümü düzeltmekteydim.

"Rahatsız ettiğim için özür dilerim efendim. Siparişleriniz geldiğini haber etmek istedim. Odanıza getirmemi mi tercih edersiniz, yoksa mutfağa mı götüreyim?" Vücudunun belli bir kısmı kapıdan görünen ve her cevaba hazırlıklı duruşuyla takdirimi her seferinde kazanan Lenora'ya küçücük bakışlar attım. "Başım çok kalabalık bugün, içeride size katılabileceğimi sanmıyorum. Buraya bırakabilir misin?" Yeniden dosyalara dönerken onun baş sallamasını ve yemeğimi dökülerek zarar verebilecek her türlü kalabalıktan uzak bir köşeye koyduğunu gördüm.

O, odadan elindeki poşeti de yanında götürür vaziyette çıkarken, "Lenora, geçen hafta bana getirdiğin toplantı raporlarını bulamıyorum. Haberin var mı?" diyerek onu bir saniyeliğine yerinde sabit kılmıştım. Kafa karışıklığıyla bana doğru dönüp ellerini önünde birleştirmişti. "Emriniz gereği onları geri dönüşüme atmıştım. Geri kalan dosyadan ayırıp geri dönüşüme atmamı bildirdiğiniz bir ileti yollamıştınız bu pazartesi." Tırnaklarım kaşımın üstünü kaşımak amaçlı oynatıp dururken derin bir nefes saldım dışarı ve başımı salladım. Böyle bir ahmaklık yaptığıma inanamıyordum, ne zaman böyle bir şey yazdığımı, sebebini bile anımsamayacak kadar ne yaşadığımı merak etmiştim bir saniyeliğine. Neyse ki mail üzerinden erişebilme gibi ayrıcalığa sahiptim, tuttuğum notları illaki odaklanarak okuduğum ilk seferde dahi anımsayacağıma emindim. Ancak ilk elden, temiz fikirlerle edindiğim fikirlerin savunuculuğuna çok güveniyordum.

Şimdi biraz fikrimin dışında düşünerek teori üretmeye başlayacağım kesindi.

"Pekala, teşekkür ederim. Ve gitmeden, işi biten herkesin evine gidebileceğini söyler misin? Hâlâ ışıkların yandığını görebiliyorum ve şimdi gitmezlerse bu havada  evlerine gitmeleri çok uzun sürebilir." Masama ilerlerken gözlerim, aç karnımın da yönettiği rotayla köşede bekleyen ve sıcak olduğunu umduğum yemeğime kaydı. Kendi rotamı değiştirip koltuklara bir mola olması umuduyla yöneldim ve gitmesi için çoktan izin almış, vedadan sonra beklemeden odadan çıkan kadının peşi sıra bakmamayı tercih ettim bu sefer.

Kapılar kapandı yavaşça, mesai saati çoktan bittiği ve işini bitirmeyenler, ek ücret alabilmek için fazladan mesaiye kalanlar, belki kar yağışının durmasını bekleyen bir iki budala dışında odamın üst tarafında –özellikle orada pencere olması konusunda ısrar ettiğim- toplu çalışma alanına bakan penceresinden ışıkların yavaş yavaş söndürüldüğünü ve ortamı loş bir atmosfere bıraktıklarını görebiliyordum.

İnsanların çalışmak konusundaki düşünceleri, azimleri elbette etkileyici; özellikle bizim ülkemizde çalışmak kendi başına bir kültür niteliğinde fakat ben uzun saatlere varan çalışmanın verimsizliğinden tutun yorgun bedene daha da yüklenmiş sorumluluk azabı olarak görüyorum. Bir faydası yok. Daha çok, düşünme yetisi olmayan bir robota özgün fikir üret, duygular edin gibi manasız tanımlamalar yaptırmak, görevler vermek gibi benim açımdan. Zorlayıcı, bezdirici, duraklamaya ve işin aksamasına daha da sebep verecek türden etkisiz bir şey aşırı çalışma denilen illet.

Çalışma hayatının eve gidip çocuklarıyla ilgilenemeyecek ebeveynler, onlara da vakit ayırayım diye ilgili olma çabasıyla daha da yorulacak bünyeler, uykusuz bedenler, evi yalnızca yatıya kullanıp hobisi dahi olmayan sığ insanlar olarak yetiştirmesini ne destekliyorum ne de kabul edebiliyorum. Çalışmak elbette önemli, hepimizin olabileceğine inanmasam da insanların belli bir kesiminin yaşamı demek, çalışmak demek. Para kaygısı gibi zaruri durumlardan bahsetmiyorum bu durumda, hayatı çalışma olmuş ve bundan keyif alan hayatsız insanlardan bahsediyorum.

İş yaparak mutlu olan, öyle olduğunu sanan...

Ve böyle de olabilen sanırım.

Kendimi onların arasına koyabilir miyim, emin değilim. Çalışmayı seviyorum ama tebrik beklentisi için, terfi için dışarıda hayatını çöp eden memur kategorisine girmiyorum. Benden alt seviyede olduğu iddia edilen işçi kesiminin benden fazla çalışmasını kabul etmiyorum mesela. Yönetici olarak görevlerimi kendim yapıyor, gerekirse onlardan fazla çalışıp uykusuz kalmadan, hobi edinerek yaşayabiliyorum.

Çünkü çalışmak benim hayatım ama sınır koyabiliyorum. Ve tahammül edemediğimde işle gerçek yaşamlarından sıyrılamayan o aciz rol kesiciler oluyor genelde. Onları anlayabiliyorum, lakin verdikleri sorunlu olduklarına delalet eden aksiyonlarını görmezden gelemiyorum. Hepsi adına konuşamam elbet, çoğunluğu esas alıyorum.

  Neredeyse her lamba söndüğünde ben de yerimden kalkıp eşyalarımı toparladım. Saat yediye gelmek üzereyken bugün için hedeflediğim işleri bitirmiş sayılırdım. Çantamı kapının yanında bulunan askılıktan aldım, kabanımı üstüme geçirdikten sonra onu da yanlamasına omzuma asmıştım. Kahverengi yün hırkamı boynuma zar zor çabalarımla sarıp sarmalarken kollarımı kaldırarak verdiğim mücadele yüzünden  üzerimdeki her kıyafet parçasının sıyrılmasına sebep oldum; üzerimdeki kabanımı çekiştirerek iç kıyafetlerimi düzeltirken en nihayetinde ardımda bir şey bırakmadığımdan emin olmak için son kez kapıdan odaya kısaca bakış attım. Masanın üstünde yarın için yapacağım görevlendirmelerin, eksik kalmış işlerin kısa özetini hatırlatma namına yazdığım not köşedeki not tutacağına tutturulmuş duruyordu. En köşede, bilgisayarımın yanında unuttuğum şekerin ambalajı buruşturulmuş bir şekilde duruyordu. Yarın üstten temizlemeyi düşünerek kapıyı ardımdan çektim ve kilitledim.
Çantama tıktığım şapkamı araken, hâlâ çalışmayı sürdüren birkaç kişiye baş selamı vererek dış kapıya dek ulaştım. Saat tam on dokuz elli üç civarı şapkamı aramaktan vazgeçip zaten yeterince dağılmış saçlarımın bahanesini sunarak topuz yaptığım saçımı açtım. Böylece atkıyla saçımı tutturursam şapkasızlık çok fazla etkilemezdi.

Bina dışına kendimi çekingence atıp arabama belli bir mesafeden kontrol sağladım. Gözlerim alışkanlık olarak dışarıya bakan, yalnızca kapının önünü ve merdivenlerin ucunu gören güvenlik kamerasına kaydı. Çantamı arabaya gidene dek beni koruyacak şemsiyem ve anahtarım için yeniden taradım. Anahtar elime ulaştı, ancak bu sefer de şemsiye için diplere dek uğraşmam gerekti. Açmasam bile bir süredir sürekli tetikte hissetmeme sebep olan o takip edilme duygusu yüzünden elimde güvenlik duygusu aşılaması için durmasını istiyordum.

Daha da dipleri kurcalarken aradıkları bulmamın, hatta fazlasına sahip olmamın –şapkamı şemsiyeye dolanmış bir şekilde ele geçirmiştim nihayet- zaferiyle, merdivenlere doğru adımladım. Şapkayı şu andan itibaren takmak manasız olacağı için geri çantama tıkıştırmış, ardından adım adım duraksayarak indiğim merdivenlerin ortasında, artık koruyucu bir duvar olmadığı için yüzüme çarpan kar tanelerini önlemek için şemsiyemi açtım. Yavaş, temkinli adımlarım kayganlığı soğuktan iyice artmış yolda bacaklarımı kasmaktan ağrıtmıştı. Arabamda zincir, kış lastiği olmadığı için kullanıp kullanmamak arasında gidip geliyordum. Tam böyle bir anda bastığım yerde kayma tehlikesiyle yüzleşip kafamı patlatmadığıma sevinirken arabamın olduğu yönü es geçip toplu taşımaya binmeye karar verdim. Riske atmaya gerek yoktu. Yarın ilk işim tekerlere çözüm bulmak olacaktı.

Güçlükle yürürken bir ara duraksayıp soluklandım, elim cebimdeki telefonuma gitti o sırada. Kulaklığımı aramak için şemsiyemi boynumla omzum arasına sıkıştırdım, iyice üstüm başım dağılmışken ve yüzüme soğuk rüzgârların çarpmasından mütevellit yanıklar oluşmaya başladığında aksiliklerin şu anımı tüm hafta boyunca beklediğine emindim. Yanımdan koyu renk olduğunu göz ucuyla şahitlik ettiğim, yavaşça ilerleyen bir araba geçip ana yola doğru gitti ve gözden kayboldu. Ben de erişebildiğim kulaklığımı beklemeden kulaklarıma takıp şemsiyenin konumunu düzelttim. Biraz daha beklesem boynumun tutuk kalacağına emindim. Elime aldığım telefonum, şemsiye yüzümü örterken etrafımı aydınlatıyordu. Hızlıca bir iki uygulama gezip istediğim dengede bir şarkıyı açıp yola koyuldum geri.

Yaklaşık yüz metre ötemde, kavşağın hemen yanındaki otobüs durağına doğu ilerliyordum ki bir iki araba daha art arda geçip gitti. Herkes işini çoktan bitirmiş olmalıydı. Keyifle iç çektim. Soğuk, dağınık ancak eşsiz bir akşama kucak açmıştı bu gün. Gökyüzü, kar yağışından ötürü puslu griye bürünmüştü –ki bu durum bana oldukça ilginç gelmiştir, kar kendi halinde bembeyaz dökülürken geldiği noktanın belirsizliği, bazen kararmış bir gökyüzünden düşmesi ve buna rağmen etrafı aydınlık gösteren bu çarpıcı yapının hiç beyaz bir buluttan düşmemesi... Küçük yaşlarımdan beri ya pembeleşmiş gökyüzüyle beni mest eden ya da karanlığımı aydınlatıp kendi de bir karartıdan ansızın düşüveren bu kar tanelerinin anlamı hep büyük olmuştur benim için. Bugün de o kızıla çalan günlerdeki gibi rahattı gökyüzü, bir fıtına ibaresi yoktu. Tıpkı küçüklüğümde kar yağdığı her seferinde tatil edilen okulların bilinciyle arkadaşlarımla beraber rahatlamak için o gece yarısının dinginliğini bekleyip usulca kar tanelerinin altında romantikçe yürüdüğümüz günlerdeki gibiydi. Daha hafif, acısız ve ferah...

Telefonumu sıkı sıkıya tutan elim cebimde, adımlarım olabildiğince kendi halindeyken hızlıca yanımdan geçen biri şemsiyemin altından baktığım hülyalı ve de kısıtlı dünyama giren kirli lacivert botları, siyah dar pantolonu ile beni irkiltti. Rahatsızlık vermemek için, günlerdir süren o tedirginlik beni yerime mıhlamasın diye korkuyla hızlanan kalp atışlarımla beraber, kulaklarımda bangır bangır çalan şarkıdan olduğunu düşündüğüm nefes nefeselikle biraz şemsiyenin ucunu kaldırdım. Eli ceplerinde, binalara bakınıp duran sonra da çekingen hareketlerle olduğunu bariz bir şekilde hissettiren orta yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim biri bir arkaya geri dönmek üzere hareket ediyor, bir ileriye doğru adım atıyordu; ne yapacağını kestirememiş gibi duruyordu. Yine de içime çöken gerginlikle bulaşmama kararı alıp beklemeden ilerledim. Temkinli olmak adına kulaklığın sesini kıstım. Böylece dışarısı duyulabilir oldu.

Her gün gördüğümüz haberlerden sonra insanların iyi niyetli dahi olsa bizim için tehlike çanlarının çalmasına sebep olduğu şu dönemden tiksindim. 'İyi niyetli mi bu insan?' diye düşünmekten helak olacağım sandım, herkes gözüme potansiyel suçlu olarak görünüyordu çünkü. Çok geçmeden kulaklığın ardından, "Affedersiniz!" sesini işitmiş, bir an irkildiğim için duymazlıktan gelmeye karar vermiştim ki önüm kesilince irkilerek geriye kaçtım. "Çok, çok üzgünüm." Dendiğini kulaklığın gerisinden duymuştum. Zümrüt yeşili balıkçı şapkasıyla, kirli hardal sarısı inanılmaz uyumsuz kaçan bir ceketi üzerine geçirmiş – evet geçirmiş, giymemiş, sadece kollarını geçirmiş ve içindeki kalın, siyah yünlü kazağını gözler önüne sermişti böylece- adam benim öyle irkilmemden rahatsız olduğumu düşünmüş olmalı ki, gözlerime bakarak iki adım kadar aramızdaki mesafenin açılmasına şans tanıdı. Kulaklıklarımdan birinin tekini çıkarı suratına bön bön baktım. "Korkuttuysam özür dilerim. Sanırım kayboldum da bir türdü alışveriş merkezine giden caddeye çıkamadım. Acaba nereden gitmem gerektiğini biliyorsanız yardımcı olabilir misiniz?"

Gözümün ucuyla incelediğim kişinin güvenilirliğini tartmak için kendime biraz daha şans tanıdım, tüm süreç boyunca absürt bir harekette bulunmayıp beklentiyle bana bakmayı sürdürdüğünde öylesine biri olduğuna kanaat getirmiştim. "Elbette," dedim genzimi temizlemeden önce. Şemsiyeyi çok az geriye atıp yolun tümünü görmem için alan sağladım kendime Görüşüm açılınca sokak lambalarının sersemce sallanarak düşen kar tanelerini sarı sarı parlattığını gördüm.

" Şu otoparkı görüyorsunuz değil mi? Orayı geçip düz devam edin, önünüze tabelalar çıkacaktır. Oradan yolunuzu bulabilirsiniz." Kulaklığın tekini avucumda sıkıştırdığım için yumruk yaptığım elimle atkımı yüzüme doğru çekiştirip durdum. Gösterdiğim yöne bakıp dediklerimi anladığını belli eder biçimde başını sallayan adam ellerini cebine sokup nihayetinde tersim yöne ilerlemeye başladı. Gitmeden gülümseyerek selam verdiğini ve teşekkür ettiğini duydum. Ben de başımı eğerek karşılık verdikten sonra onun yeterince uzaklaşmasını izleyip önüme dönmüştüm. Yine şemsiyemle uğraşıp kulaklığımı taktım ve telefonumu cebimden çıkarıp ekranında duraklatılmakta olan şarkıyı inceledim. Bir iki adımı aylakça attım ve evde yapabileceğim enfes atıştırmalıkları ağzım sulanarak düşündüm. Belki, bugün ekstra karamelli kekler tüketebilirdim. Boş boş açtığım bir filmi izleyemeden uyuyakalır ve odada pineklerdim beraberinde.
Sıcacık evimde uyur ve gevşerdim. Mis gibi olurdum eminim.

O aralıkta (ben düşüncelerimle boğuşur, kendi kendime dramalar çekerken kafamda kendimi olaya kaptırmış gidiyor ve karın verdiği hisle büyülü dünyadaki bir gözde prenses gibi dikkat çekersem insanların hakkımda düşünecekleri güzel şeyleri düşünerek yarım yamalak adımlar atıyordum,normalde atılmayacak türden), ne olduysa oldu ve bir anda yanımda hızlıca fren yapan arabanın gürültüsüyle irkilip kaldım. Tam geri çekilip ilerleyecek ve başkasının muhabbetine ortaklık etmemeye çalışacaktım ki, döndüğüm taraftan birinin özellikle bu anı kollarcasına şemsiyemin boşlukta kaldığı bu andan istifade ederek yan tarafımdan atak yaptığını ve ben daha ne olduğunu kestiremezken hırkamın üzerinden tek eliyle yüzüme baskı yaptığını hissettim. Çırpınmakla uğraşırken düşmeden şemsiyeyi alternatif bir yol gibi kullanmaktı fikrim lakin ne olduysa hızlıca duran arabanın içerisine çekiliverdim.

Elimdeki şemsiyeyle ulaşmaya çalıştığım beden diğer koluyla dirseklerim üzerinden bedenimi sardığında sanırım tüm olanlar yaşandı. Adam olduğunu düşündüğüm, daha doğrusu sonradan fark ettiğim kişi ayağıyla şemsiyemi sabitleyip kırdığında ve ben de can çekişirken uğradığım şokun etkisiyle elimden kaymasına sebep olmuştum. Sanırım tam o aralıkta arabaya kapalı ağzıma rağmen çığlık atarak debelendiğim esnada iki beden olarak, özellikle de üstüme ağırlık olsun diye kendi bedenini atıp beni sabitlemeye çalışan adam yüzünden başımı kapı tarafına çarpmıştım.

O kadar hızlıydı ki kapıyı kapanmasın diye tekmelemek, durdurup ittirmek isterken çoktan kapanmış kapının iç tarafına kontrolsüz bir tekme attım ve burkulan ayağımdan bedenime yayılan elektrik dalgasıyla acıyla inleyip çırpınmayı sürdürdüm. Tümden açılmış gözlerim beni bu hale sokan kişiye ve şoföre bakabilmek için dönmeye çalışıyordum. Ancak bu yaptığımla sadece arkamda benden daha dengesiz oturmuş, yayıldığım koltukta sıkışmama sebebiyet vermiş kişi daha da bastırdı ellerini yüzüme. Nefessizlikle çabalayıp dururken üst gövdesiyle yüzüme kapanmış ve görüşümü kapatan kişinin o aralıkta ellerim saldırı, en azından uzaklaştırma amaçlı davranırken bir şekilde sonraki baygınlığıma sebebiyet veren hangi hamleyi yaptığını hatırlamıyorum.

Sadece sonrasında kapkaranlık bir yerde uyandığımı biliyorum.

Daha düzgün anlatım dilimin olduğu güzel bir günde düzenleme yapabilmek dileğiyle ilk bölümü sunuyorum.
Tüm sevgilerimle, Ahlal.

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Jul 18 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

ApokruphosHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin