Saatler aktı, günler birbirini kovaladı. Kuşlar uçtu, bulutlar kaçtı. Ayın ışığı güne, günün ışığı aya karıştı. Sabah gün doğmadan evden çıkıp, gün kararınca koşarak eve geldiğim günler, neredeyse iki haftayı doldurdu.
Poe'yla evde geçirdiğimiz koskaca on üç gün geçip gitti. Zaman zaman kitap okuyup resim yaptık, zaman zaman ise birbirimize masal anlattık. Ne olursa olsun dışarıya çıkmadık. Poe ilk günler sızlansada ona sürekli hayır dediğim için bir süre sonra alıştı.
Koca iki hafta göz açıp kapayana kadar geçti. Ben on dört gün boyunca Taehyung'u görmedim. Öfkem ertesine güne dinmişti, gidip onunla konuşmak istedim, içim içimi yedi ama kendimi zorladım. Ona gitmemek için gözümü ayırmadan saatlerce İncil okudum, Poe'ya nefes almadan hikaye anlattım, aklımı oyalayacak ne varsa denedim. Tüm denemelerim üçüncü güne kadardı, üçüncü gün Taehyung geldi, kapıyı çaldı. Açmadım, defalarca vurdu kapıya, bir kaç seslendi çok bağırdığı için öksürdüğünde kendimi kötü hissettim, Poe'yu iyiden iyi tembihledim. Kapıya gitti, "Jeongguk! Poe! İyi misiniz ses verin! Kapıyı kıracağım yoksa!" derken Poe gidip, "Tae biz gayet iyiyiz lütfen bahçemizden çık ve evine dön." dedi.
Bir saat yirmi altı dakika boyunca kapıda bekledi. Kapının eşeğine oturup nefes seslerini dinledim, kısacık bir ara bir şeyler mırıldandı, küçük bir mırıltı. Onsuz geçen on gün boyunca benim dilimden düşmeyen mırıltı.
Yedinci gün Jimin geldi, "Poe, güzelim iyisin değil mi? Hiç çıkmadığınız için endişeleniyoruz bize bir şeyler söyler misiniz?" dediğinde Poe uyuduğu için ben gittim kapıya. "Jimin iyiyiz, evin içinde daha keyifli vakit geçiriyoruz lütfen endişelenme ve evine dön." diyerek odama çıktım. Camın kenarından baktığımda Jimin köprüden geçiyordu.
Diğer günlerde kimse gelmedi, evin içinde her odada zaman geçirdik. Biz sıkıldıkça zaman yavaşladı. Acelesi yoktu nasılsa, ağır ağır işliyordu her yere, gün bitiyor gece oluyor alel acele geçiyordu tüm zaman, sabah olup gün doğunca bir kaplumbağa misali ilerliyordu.
Buhranlı günün gecesinde Taehyung geldi. Bahçeye girip camımın önüne oturdu. Beni göremeyeceği şekilde perdenin arkasına sakladım. Bilseydim saklanmazdım, eğer söyleyeceklerini daha önce duysaydım dinlemezdim onu, lakin toydum bilemedim. O ağlayarak konuştu, ben perdenin ardında alevler içinde kaldım. O an anladım ki; Taehyung'un ağlaması benim cehennemim oluvermiş.
"Jeongguk, özür dilerim. Biriciğim defalarca özür dilerim ne olur affet beni. Jeonnguk, yeminler olsun ki çok özledim, bir kez göreyim yüzünü, kısıkça işiteyim sesini Jeongguk, on üç gün oldu, hasretin yüreğime işlendi artık. Söz sen istemedikçe dokunmayacağım saçlarına bir daha, söz sen demedikçe değmeyecek dudaklarım tenine ama gel bir kez göreyim seni. Jeongguk, 24 yaşımdayım, koca hayatımda böyle hasret çekmedim ben. Bir kez bakayım sana, iyi olduğuna inanayım söz istemezsen bir daha rahatsız etmeyeceğim." derken yine hıçkırdı, bir yandan ağlıyor, bir yandan sesini bana duyurmaya çalışıyordu.
Ben ne ara ağlamaya başladım, ne ara kapının önüne geldim, bilemedim. Elimi ağzıma götürdüm, anlamasın geldiğimi diye lakin söz geçiremediğim tek yer ağzım değildi. Aklımı durduramadım, kapının önüne yaklaştım, Poe uyanır korkusuyla açtım kapıyı, dışarı çıkıp kapının önünde dizlerimin üzerine oturdum. Mırıltı gibi çıkan sesimle konuştum. "Ben zerrece istemezdim sizi ağlatmayı, aksine kimse ağlamasın diye uzak duruyordum. Siz aklı yerinde birisiniz, ne yaptığınızı biliyor kendinize güveniyorsunuz, lakin ben öyle değilim, ben kimsesiz aciz bir kulum. Ne olur etmeyin eylemeyin. Benim size faydam dokunmaz bile, çelimsiz bir bedenim var, aklım zaten bana yetmiyor, ne olur vazgeçin. Aklınızdan geçen neyse unutun. Ben aciz kimsesiz bir kul olarak kalayım, sizinle de yollarımız hiç kesişmemiş olsun."
Onca kelimeyi ağlayarak nasıl söyledim bilemedim. Karşımda bana kızarmış gözleriyle nasıl baktığını anlayamadım, tek bildiğim şey itiraz edecekti. Dudakları uzun bir konuşmaya hazırlanıyordu, aklından geçen her cümle ağzından çıkınca beni yakacaktı. Gözlerimden akan yaşları kazağımın kollarına sildim. Önüme geldi, dizlerinin üstüne oturdu. Diz kapaklarımız birbirlerine değdi. Orada kuruldu tüm her şey, iki diz kapağı üzerine harabe bir dünya kuruldu. Acizdim, ben anlamadım, o yaptı zaten her şeyi tüm sorumluluğu o aldı, bu dünyadaki yükler onun omzuna bindi, diğer dünyadakilerle ben ilgilendim.
"Jeongguk, öyle küçüksün ki kimse büyütmemiş seni. Kendine öncelik vermeyi kimse öğretmemiş benim oğluma, beni ağlatmayı istemezdin, biliyorum biriciğim. Yapabilecek olsan birisi ağlamasın diye canından vazgeçersin, biliyorum. Jeongguk, ben aklı yerinde biriydim, her davranışım tutarlıydı ama bir anda Jeongguk inanabiliyor musun bir anda, birisi çıkageldi, aklım gitti, yıllardır biriken tecrübem gitti, ben gittim Jeongguk, birisi geldi bana, ben gittim." derken eli ellerimi buldu, serçe parmağımı aldı yine, kendi serçe parmağını doladı, benim sol elim onun sağ eli vardı, biraz havaya kaldırdı. Aramızda oluşan ikinci bağdı, diz kapaklarımızdan sonra gelen ikinci bağ.
"Biricik oğlum, dilinde yuva yapmış ben aciz kimsesiz bir kulum sözü, tek bir şeyin sözünü vereceğim sana, dünya üzerinde taş taşın üzerinde kalmasa bile tutacağım bir söz; Ölümlü bedenini değil, ruhunu bana teslim et Jeongguk, seni kimsesiz bırakmayacağım."
usul usul yok oluşlar.
zihnimi yiyip bitiren bir kurgu var,
siyah güneş çok uzamayacak bu nedenle,
usul usul gidecek ama yakacak,
taş taş üzerinde kalmasa bile tutacağım sözümü,
usul usul gidecek ama yakacak.
:)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
siyah güneş
Teen FictionÖlümlü bedenini değil, Ruhunu bana teslim et Jeongguk, Seni kimsesiz bırakmayacağım.