Sabah çift kişilik yatakta maalesef güneş ışıklarıyla uyanmadım. Bu zaten imkansızdı. Çünkü erken uyanmayayım diye güneşlikleri açık yer kalmayacak şekilde çekmiştim. Sabah beni tatlı rüyalarımdan uyandıran şey telefonumun sesiydi. Ne yazık ki dakikada 250 kez atan kalbimle neredeyse hortlamıştım.
Telefonum hep sessizde olurdu genelde. Ama bu adaya gelince sesini açmıştım. Eğer telefonu duymazsam abimin küçük çocukların dudağını uçuklatacak tehditlerinin gerçekleşmesine maruz kalacaktım.
Öldükten sonra otopsimde çıkan sonuç 'aşırı dozda abi gazabına maruz kalma' şeklinde bir yazı olmazsa benim de adım Duru değildi.
Bu düşünceler yine kafamı meşgul ederken telefonun melodisi durup tekrar çalmaya devam etmişti. Eh madem güne Maroon 5 ile uyanıyordum, ben de gereğini yerine getirip yatağın üzerine çıktım ve dans etmeye başladım. Telefon tekrar susunca silkelendim ve kendime geldim. Dur dedim, dur hacı sen napıyon?
Yataktan usulca inip telefonu elime aldım. 3 cevapsız arama vardı. Arayan Soner'di ve ben onu Şantajcı olarak kaydetmiştim. Elimdeki telefonla bakışırken tekrar çaldı. Daha fazla bekletmeyerek parmağımı kaydırdım ve aramayı cevapladım. Üst üste arayınca biraz tırsarak da olsa ilk ben konuştum.
"Alo?"
"Ne biçim çalışansın sen? Saat kaç haberin var mı?" Tam o sırada saate baktım ve 6 olduğunu görmemle beynimdeki şalterler attı.
Esneyerek de olsa kızgınlığımı belli edercesine konuştum.
"Afedersin ama daha kargalar işlerini görmeden sabah saat 6'da beni uyandırma nedenin nedir?"
"Kalk ve hazırlan. Turistleri geziye götüreceğiz."
"Pardon da biz bu adanın yerlisi değiliz bir şeyi değiliz. Rehberlik işi neden bizde?"
"Bir de rehbere para mı verseydik? Gül gibi sen dururken. Güldürme beni. Hadi kalk. Resepsiyona söyle turdaki tüm insanların odalarını arayarak uyandırsınlar. Bir saate yola çıkmamız lazım."
Oflayarak kalktım ve üzerimi giydim. Adaya da Soner'e de kendime de küfürler yağdırarak saçlarımı topladım ve odadan çıkarak resepsiyona indim.
Resepsiyondaki oldukça resmi giyinen kadının bu havada nasıl ceket giydiğini düşünerek odaların numaralarını verdim ve holdeki koltuklara oturdum. Telefonumdaki gıcık oyunu oynadım. Tam seviyeyi atlayacakken adımın garip bir şekilde söylenmesiyle korktum ve seviyeyi yine geçemedim. İçimden küfür ederek kafamı kaldırmamla Joseph'i gördüm. Bana gülümseyen suratına bakarak ayıp olmasın diye ben de güldüm ve yanımdaki koltuğa elimle vurarak oturmasını söyledim.
Krem rengi şortu bronzlaşmış bacaklarıyla uyumluydu. Sanırım şortunun cebine bir hayli eşya sokuşturmuştu.
Yaklaşık on dakika geldiğimiz ülkelerden bahsettik. Joseph tam bir melezdi. Babası İngiliz kökenliydi ama Almanya'da yaşıyorlardı. Ona orada oturan akrabalarımdan bahsettim. Zaten Türkiye'deki insanların çoğunun bir teyzesi, amcası ya da herhangi bir akrabası yurt dışında yaşıyordu. Ülkeyi ziyarete geldiklerinde verdikleri yüklü harçlıklar durumumuz iyi olsa bile beni oldukça mutlu ediyordu.
Joseph'in annesi ise İsviçre ve Polonya kökenliydi. Anlayacağınız çocuk tüm Orta ve Batı Avrupa'ya sahipti. Yaşının da 19 olduğunu öğrenmiştim. Çok eğlenceli biriydi ve ses tonunu değiştirmesi kahkaha sebebiydi.
Biz konuşurken turdaki insanlar birer birer gelmeye başlamışlardı. Biz konuşup gülüşürken Maldanat numaradan öksürür gibi yaptı ve onca koltuk içerisinden gelip ortamıza oturdu. Ellerini kaldırarak ikimizi de kolunun altına alıp kendine yaklaştırdı. Öküzümtrak varlık saçımı bozmuştu. Kolunu alıp kucağına koydum ve ayağa kalkarak saçımı tekrar topladım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gözüme Girdin
HumorEski romanlarda okuduğum gibi ıssız bir ada değildi burası. Tam tersine turistlerle doluydu. İlk geldiğim zaman eve gitme isteğiyle dolup taşıyordum. Ta ki bir çift mavi gözle karşılaşıncaya kadar...Peki ya şimdi, hala eve gitmek istiyor muydum? Mal...