Simon, oldukça fakir bir insandı. Bu nedenle, ailesiylebirlikte küçük bir barakada yaşıyor, ekmeğini ayakkabıcılıkyaparak kazanıyordu. Malsız mülksüz bir adamdı; işi fazlapara kazandırmıyordu ve geçim darlığı içindeydi. Kazandığı,ancak karınlarını doyurmaya yetiyordu.Kendilerine kışlık elbise alacak imkânları yoktu. Bunedenle, çetin geçen kış mevsimi süresince karısıyla, koyunderisi bir kürkü ortak kullanmışlardı; ama onun da yüzünebakılır yanı kalmamış, eskiyip yıpranmıştı. Yeni bir kürkalmak için iki yıldır para biriktiriyordu. Kış gelip kapıyadayanmadan önce, az da olsa biraz para biriktirmişti.Karısının kumbarasında üç ruble kâğıt para vardı. Köysakinleri de Simon'a beş ruble yirmi kapik borçluydu.Bir sabah koyun derisi getirmek için köye gitmeyehazırlandı. Giydiği gömleğin üzerine karısının yamalı pamukceketini, üstüne de kendi ceketini geçirdi. Kumbaradaki üçrubleyi aldı, ağaçtan bir sopa kesip kahvaltıdan sonra yoladüştü. "Bugün borçlulara uğrar, beş rublemi alırım..." diyegeçiriyordu içinden. "Yanımdaki üç rubleyi de ekleyince kürkiçin koyun derisi almama bu kadarı yeter."Köye vardığında alacaklısına uğradı; fakat adamı evdebulamadı. Adamın karısı borçlarını gelecek haftaödeyeceklerine söz verdi ve yanında o kadar parasıolmadığından bahsetti.Simon, başka bir köylünün evine uğradı. Köylü, meteliğiolmadığına yemin ediyor, yalnızca Simon'un onardığı bir çiftçizmenin karşılığı olan yirmi kapiği verebileceğinibelirtiyordu. Simon da koyun derisini borca almak istedi fakatsatıcı güvenemedi."Getir parayı, al deriyi..." diyordu.Simon'un o gün bulup buluşturabildiği para yirmi kapikti;alabildiği tek şeyse, bir çift keçe çizme oldu.Bir sıkıntı basmıştı Simon'u. Yirmi kapikle gidip içti, deriyide alamadan evinin yoluna tuttu. Sabah gelirken de çoküşümüştü; fakat votka içtikten sonra, sağlam bir kürküolmamasına rağmen pek üşümüyordu. Elindeki asayla buzlutoprağa vuruyor, diğer elinde çizmelerle güçlükle yürüyordu."Hiç üşümüyorum." diye söyleniyordu. "Koyun derisindenkürküm de yok ama biraz içtim, damarlarımda onun sıcaklığıvar. Kürk palto da neme gerek; yoluma gider hiç de üzülmem.Ben böyleyimdir, hiç umursamam. Kürksüz de yaşayabilirim.Karım çok öfkelenecek ama...Ne ayıp değil mi, siz bütün gün ter dökün, emeğinizinkarşılığın vermesinler. Dur hele! Borcunu ödemezsen, benbilirim sana yapacağımı. Yirmi kapikle borç ödüyor! O kadarpara neyime yeter? Ben de votkaya verdim o parayı...Elimden gelen bu! Durumu iyi değilmiş! Peki, tamam;benimki iyi mi sanki? Evin var, davarların var. Benimsebaşımı soktuğum bu barakadan başka bir şeyim var mı?Kendi ekinlerini yetiştiriyorsun, ben öyle miyim ki her şeyidışarıdan satın almaya mecburum. Ne kadar tasarruf etsem dehaftada üç rublem ekmeğe gidiyor.Eve geldiğimde neyle karşılaşsam dersiniz; ekmek yinebitmiş, al sana bir buçuk rublelik gider daha! Bunun içinhemen borcunu ödeyeceksin, hiç anlamam!"Böyle yürüyüp giderken virajdaki bir türbeye varmıştı.Gözlerini yukarı doğru kaldırınca mezarın ardında beyazımsıbir şey gördü. Ortalık giderek kararıyordu. Simon, ne kadardikkatle baktıysa da gördüğünü bir şeye benzetemedi."Burada böyle bir şey yoktu. Acaba bir öküz mü? Yo, pekbenzemiyor. Bir insan başına benziyor daha çok; bembeyaz.Ama burada kim ne arar ki?"Daha yakından görmek için yaklaştı, Simon. Baktığı şeyinbir insan olduğunu fark edince şaşırdı: Mezarın duvarınadayanmış bir adam, hareketsizce duruyordu. Adam çıplaktı;ölü mü, diri mi olduğu da anlaşılmıyordu. Simon dehşetiçindeydi. "Onu soyup buraya atmışlar. En iyisi ben bu işekarışmayayım, neme lazım..." diye geçirdi içinden.Böyle düşünerek yoluna gitti; adamı görmemek için detürbenin önünden geçti.Birkaç adım attıktan sonra dönüp arkasına baktığındaadamın duvara dayanmadığını, kendisine bakar gibidavrandığını fark etti. Simon'un korkusu iyice çoğaldı."Yanına mı gitsem, yoluma mı? Yanına gitsem, başım belayagirebilir. Fakat kim bilir bu adam hin midir, cin midir? Yaburaya geliş nedenleri kötü şeylerse! Hemen gırtlağımasarılırsa! Beni kim kurtaracak? Gırtlağıma sarılmasa bile,başıma bela açabilir. Çıplak bir adamla durumum ne olur?Üzerimdekileri çıkarıp ona veremem ya! En iyisi buralardankirişi kırmak!" diye geçirdi içinden.Simon, böylesi düşünceler içinde türbeyi ardında bırakıpyoluna gidiyordu ki vicdan azabıyla yolun ortasındakalakaldı."Nedir bu yaptığın, Simon?" dedi kendi kendine,"Adamınhâli içler acısı, sen ne yapıyorsun; korkup kaçıyorsun! Seninparan pulun mu var ki çalınmasından korkuyorsun? Tüh sanaSimon!"Dönüp adamın yanına geldi.Simon, adama yaklaştı ve yüzüne dikkatle baktı. Genç birinsana benziyordu. Vücudu yarasız beresiz ve sağlamgörünüyordu; fakat birazcık korktuğu ve donmak üzereolduğu belliydi. Duvara dayanmış duruyordu. Yere eğikbaşını kaldırıp Simon'un yüzüne bakmadı. Kendinde değilgibiydi ve gözleri kapalıydı. Simon azıcık daha sokuldu;adam ayılır gibi göründü; başını kaldırıp gözlerini açarakSimon'a baktı. Bir tek bakışı, Simon'un adama ısınmasınayetti. Elindeki çizmeleri yere bırakıp kemerini açıp çizmelerinüzerine bıraktı, ceketini çıkardı."Konuşarak vakit geçirmeyelim..." dedi. "Hemen şu ceketigiy!" Adamı kollarından tutup ayağa kaldırdı. Delikanlıkalktığında, Simon onun sağlıklı ve temiz yüzlü biri olduğunugördü. Ceketini adama sardı fakat delikanlı ceketin kollarınıbulup giyemiyordu. Simon kolu tutup delikanlının giymesineyardımcı oldu. Ceketi giydirip kemeriyle de sardı. Sonra,yırtık şapkasını çıkarıp adamın başına koydu. Kendi başıüşüdüğünde,"Ben neredeyse dazlağım ama onun uzun,kıvırcık saçları var..." diye geçirdi içinden. Şapkayı alıp kendibaşına giydi. "Ayağına da bir şeyler bulsam iyi olur" deyipdelikanlıyı yere oturttu. Elindeki çizmeleri giydirip,"Şimdioldu, hemen ayaklarını hareket ettirip ısın. Gerisini sonrahallederiz. Nasıl, adım atabilecek misin?" diye sordu.Delikanlı, ayağa kalkıp nazik bir tavırla Simon'a baktı amakonuşmadı."Niye konuşmuyorsun?" diye sordu Simon. "Hava çoksoğuk; hemen eve gitmeliyiz. Benim asamı al, gücünkesildiğinde ona yaslan. Evet, hadi gidelim."Delikanlı yürümeye koyuldu; rahat adımlarla yürüyor,arkada kalmıyordu.Böylece giderlerken: "Nerelerdensin, kimlerdensin?" diyesordu Simon."Buralı değilim.""Öyle olmalı; çünkü buralıları tanırım. Mezarın yanında neyapıyordun?""Bunu söylememi istemeyin.""Sana kötülük mü yaptılar?""Hayır; Tanrı cezalandırdı beni.""İyiliği de kötülüğü de veren O'dur elbette ama yiyecek vekalacak yer bulmalısın. Nereye gitmek istersin?""Hiç fark etmez."Şaşkındı Simon. Adam dolandırıcıya falan benzemiyordu.Nazikçe konuşuyor fakat kendisiyle ilgili şeyler konuşmaktankaçınıyordu. Simon, içinden,"Zavallı, başına ne geldiacaba?" diyordu. Delikanlıya: "Öyleyse benim evime gidelim,hiç değilse ısınırsın..." dedi.Beraberce Simon'un evine doğru yürümeye başladılar.Güçlü bir esinti çıkmıştı, ipince gömlekle kalan Simonüşüyordu. Votkanın etkisi azalmıştı, iliklerine kadar üşüyordu.Burnunu çekiyor, karısının ceketine sarınıyordu. "Al bakalımkoyun derisini! Deri almaya gittim, üstüm başım açık hâldeeve geliyorum, yanımda da çıplak bir adam. Katriyona çokkızacak!.."Aklına karısı geldiğinde, üzüldü; fakat delikanlıya bakıp daonun bakışını görünce mutlu oldu.Simon'un karısının değişmeyen günlük işleri vardı: Odunyarmak, su taşımak, çocukları doyurmak... O, bu işlerinisaatler öncesinden yapmıştı. Şimdi ise,"Ekmeği bugün müyapsam, yarın mı?" diye düşünüyordu. İrice bir dilim ekmekartmıştı."Simon yemeğini yediyse ve evde de fazla yemezse,ekmeğini yarın yaparım..." diye düşündüEkmek dilimini eliyle tarttı. "Ekmek bugünlük yeter. Tekpişirimlik un kaldı evde. Cumaya kadar da onunla yetiniriz."Ekmeğini kaldırıp masa başına geçerek kocasının gömleğinielden geçirmeye başladı. Bir yandan da Simon'u kürk içinderi alırken hayal ediyordu."Tüccar kandırmasa bari. Kocam sağ olsun fazla saftır. Okimseyi aldatmaz ama onu çocuklar bile aldatabilir. Sekizruble fena para değil. O paraya güzel bir kürk alabilir.Sepilenmiş deriden olmasa da, sağlam bir şey olmalı. Bu kışiyi bir kürküm olmadığı için az mı zorlandım! Irmağa, konuyakomşuya bile gidemiyordum. Kocam evden çıktığında, nebulursa geçiriyordu üstüne. Benim giyeceğim bir şeykalmıyordu. Bugün yola çıktığında vakit geçti biraz, ancak busaatlerde gelebilir. Tanrı vere de parayı meyhanedeharcamaya!"Böylesi düşüncelere dalmıştı Matriyona; bir anda ayaksesleri duymaya başladı, sonra içeri iki kişi girdi. Matriyonaelindeki işi bırakıp hole çıktı. Simon ve yanında gençten,şapkasız biri...Matriyona kocasının nefesinin votka koktuğunu hissetti."Tanrım, içmiş!" diye geçirdi içinden. Kocası paltosuzdu;sadece ceketiyle duruyordu ve elinde de koyun derisi falanolmadan, yüzü kızarmış hâlde durduğunu görünce öyleüzüldü ki içi parçalandı. "Parayı votkaya vermiş!.." diyedüşündü. "Kimin nesi olduğu belirsiz biriyle harcamış parayı.Yetmezmiş gibi, alıp adamı bir de eve getirmiş."Matriyona ikisine yol açıp onları izledi. Simon'un yanındakiadamın kocasının ceketini giymiş, narin yapılı, gençten biriolduğunu fark etti. Başında şapka yoktu. Eve girdiklerindenberi, adam ne hareket etmiş, ne de başını kaldırıp kadınabakmıştı. Kadın,"Böyle korktuğuna göre tekin birideğildir!.." diye düşündü.Kadın somurtup, ikisinin neler konuşacağını merak eder gibiocağın önünde beklemeye koyuldu.Kocası şapkasını çıkarıp olağandışı bir şey yokmuş gibigeçip peykeye oturdu."Matriyona, yiyecek bir şeyler getir bize."Kadın, kendi kendine homurdanıp bulunduğu yerdebeklemeyi sürdürdü. Her ikisine de bakıp başını 'hayır'dercesine salladı. Kocası, kadının öfkesine kayıtsız kaldı. Herşey yolundaymış gibi adamın kolunu tutup "Gel dostum..."dedi,"Bir şeyler yiyelim."Delikanlı geçip sedire oturdu."Yemek yapmadın mı bugün?" diye sordu Simon.Kadının sabrı taşmıştı."Yaptım yapmasına ama size değil. Herhâlde aklın başındadeğil senin. Bir de içmişsin. Hani deri almaya gitmiştin?Deriyi bırak, eve ceketle dönüyorsun. Üstelik yanında bir deelin adamını getiriyorsun. Benim sarhoşlar için hazırlayacakyemeğim yok.""Sus, Matriyona. Boşuna kendini yorma! Hele bir sor önce,nasıl bir adam diye?""Sen parayı ne yaptığını anlat?"Simon, ceket cebinden üç rubleyi çıkardı."Bütün para burada. Trifonof'tan hava aldık. Haftayavarmaz ödeyecekmiş."Kadın biraz daha öfkelendi. Deri almak bir yana, kendiceketini de bu adama giydirmiş, alıp bir de eve getirmişti.Parayı masadan alıp gizli bir yere kaldırırken:"Sizin için tek lokmam yok. Herkesin açını biz midoyuralım!" dedi."Kadın, sus hele. Bak ne diyeceğim...""Ahmak ve ayyaş bir adamın nesini dinleyeyim! Seninleevlenmek istememekte haklıymışım demek ki. Çeyizlerimibile satıp parasını içkiye yatırdın. Bugün kürk almaya gittin;onun parasını da meyhanede harcadın!"Simon, sadece yirmi kapik harcadığını, adamı ne hâldebulduğunu anlatmaya çalışsa da karısı buna izin vermedi.Karısı almış başını gitmiş, yirmi yıl öncesinden söz ediyordu.Matriyona hiç durmadan konuştu durdu, sonunda kocasınaatılıp delikanlıyı kolundan yakaladı."Ver ceketimi..." dedi kocasına,"Başka ceketim yok. Bunubir daha giymeyeceksin. Hemen çıkar şunu, seni alçak!"Simon ceketi çıkarmaya başladı. Ceketin bir kolunun astarıdışarı çıkmıştı. Kadın, ceketi kocasının elinden kaparkendikişler sökülmeye başladı. Ceketi ele geçiren kadın hemenüstüne giydi, kapıya doğru yürüdü. Dışarı çıkmakniyetindeydi. Kararsız kaldı bir an. Aslında evden birazayrılıp sakinleşmek istiyordu; ancak yabancının da nasıl biradam olduğunu da merak ediyordu.Eşikte durmakta olan kadın:"Bu adam eğer gerçekten güvenilir biri olsaydı, böyle çıplakdolaşmazdı. Şu hâle bakın! Üzerinde bir gömlek bile yok.Eğer namuslu bir adam olsaydın, onu nereden bulduğunusöylerdin..." dedi.Kocası:"İşte benim de anlatmaya çalıştığım şey bu..." dedi."Türbenin önüne geldiğimde onu çıplak, soğuktan ölecekhâldeyken buldum. Bu havada çıplak oturulur mu! Tanrıgönderdi beni ona, yetişmeseydim donar giderdi. Sence neyapmalıydım? Ben yetişmeseydim hâli ne olurdu! Onu yerdenkaldırıp üzerimdekileri giydirdim, alıp buraya getirdim.Neden bu kadar sinirleniyorsun? Yazık değil mi, hepimizinbaşına gelebilir bu!.."Matriyona, tam konuşmaya başlayacakken delikanlıya bakıpsustu. Delikanlı, peykenin ucuna ilişmiş, hareketsizduruyordu. Elleri dizlerinin üstündeydi, başı göğsünedüşmüştü. Gözlerini yummuştu. Alnında, acı çekmektenkaynaklanan kırışıklıklar oluşmuştu. Matriyona, sessizliğinibozmamıştı. Simon "Tanrı'dan hiç korkun yok mu?" diyesordu.Matriyona bu sözler üzerine, delikanlıya baktı. Bu adamakarşı birden kalbi yumuşadı. Eşikten dönüp ocağa giderekyemek getirdi; elindeki bir fincanı masaya bırakıp içine birazkvas doldurdu. Kalan irice ekmek dilimini de masaya koyupkaşıkları sıraladı."Buyurun..." dedi.Simon, delikanlıyı masaya buyur etti.Ekmeği küçük küçük parçalara ayıran Simon, kvası ufaladı.Beraberce kaşıklamaya başladılar. Matriyona, masanın birucuna ilişmiş, elleri başında, delikanlıyı izliyordu.Kadın, bu delikanlıya merhametle bakıyordu. Giderek dahacanayakın buluyordu onu. Adamın yüzünde bir ışıltıbelirmişti. Somurtmuyor, kadına bakıp gülümsüyordu.Yemeklerini yiyince masayı toparlayan Matriyona,delikanlıyı sorgulamaya başladı:"Kimsin, kimlerdensin?""Buralardan değilim.""Ne arıyordun buralarda peki?""Bunu anlatamam.""Birileri malını mı çaldı?""Beni Tanrı cezalandırdı.""Bu soğukta, orada çıplak mı yatıyordun?""Evet, soğuktan donmak üzereydim. Beni gören Simonmerhamet edip ceketini bana giydirdi; alıp evine getirdi. Sizde karnımı doyurdunuz ve bana iyi davrandınız. Tanrı bununkarşılığını verecektir."Kadın ayağa kalktı. Pencere önüne gidip onardığı gömleğialıp delikanlıya verdi; giymesi için bir de pantolonbuluşturdu."Bunu da giy." dedi,"Sonra da tavan arasına veya ocağınüstüne uzan."Delikanlı ceketi çıkarıp gömleği giyerek tavan arasınauzandı. Kadın mumu söndürdü, ceketi alıp kocasının yatağınaçıktı.Kadın ceketi dizlerine örttü ama aklı delikanlıdaydı,uyuyamıyordu.Ona son ekmeklerini verdiğini, sabaha ekmeklerininkalmadığını, bir de verdiği ceketle gömleği düşününce derinbir kedere boğuldu. Fakat delikanlının gülümseyişinihatırlayınca içi tekrar sevinçle doldu.Matriyona saatlerce uyuyamadı, birden kocasının dauyuyamadığını fark etti; dizlerine örttüğü ceketi onun üstüneçekti."Simon?""Ne var?""Son ekmeği de siz yediniz, hamur da yoğurmadım.Sabahleyin ne yiyeceğiz, bilmiyorum. KomşumuzMartha'dan biraz ödünç alabilirim.""Tanrı büyüktür..." dedi Simon.Kadın biraz sessiz kaldıktan sonra:"Eli yüzü temiz birine benziyor ama neden kim olduğunusöylemiyor?""Kendine göre bir sebebi vardır muhakkak.""Simon?""Yine ne var?""Biz hep verdiğimiz hâlde, neden karşılık alamıyoruz?"Simon söyleyecek bir şey bulamıyordu:"Sus da uyuyalım artık!.." deyip arkasını döndü.Sabahleyin Simon uyanmıştı. Fakat çocukları hâlâ uyuyordu.Evde ekmek yoktu. Karısı ekmek istemek için komşuyagitmişti. Delikanlı, şöminenin üstünde kendi başınaydı.Gözleri düne göre daha ışıltılıydı.Simon:"Evet, boğaz ekmek ister, beden de giyecek tabii..." dedi."Geçimlik parayı kazanmak için çalışmak gerek. Ne tür işlergelir elinden?""Hiçbir şey."Afalladı Simon,"İstersen öğrenebilirsin..." dedi."Ben de diğer insanlar gibi çalışırım.""İsmin nedir?""Mihael.""Dinle Mihael, kendinden söz etmek istemiyorsan senbilirsin; fakat geçimini sağlamak zorundasın. Eğergösterdiğim gibi çalışırsan, yiyeceğini ve barınağınısağlarım.""Tanrı seni kutsasın... Çalışırım tabi. Sen sadece neyapacağımı söyle."Simon, başparmağına sicim dolayıp bükmeye başladı."Ne kadar kolay, gördün mü!"Mihael de onun yaptığını izledi; o da parmağına sicimdolayıp bükmeye başladı.Simon daha sonra ona sicimin nasıl mumlanacağını öğretti.Mihael çabucak öğrendi. Simon bu kez, ona kalın ipleri nasılbükeceğini ve dikeceğini öğretti. Mihael öğrenmektezorlanmıyordu. Aradan üç gün geçince hayatı boyunca bu işiyapmış gibi ustalaşmıştı. Ara vermeden çalıştı ve çok azyiyecekle yetindi. İşlerini bitirdiğinde, sessizce tavanıizliyordu. Sokağa neredeyse hiç çıkmıyor, gerektiğindekonuşuyor, şaka yapmıyor, eğlenmiyordu. Matriyona'nın onayemek verdiği gün dışında, gülümsediğine rastlamadılar.Aradan haftalar ve aylar geçti; Mihael geleli tam bir yılolmuştu. Simon'un evinde yaşıyor, onunla çalışıyordu. Okadar nam salmıştı ki herkes Simon'un kalfası Mihael kadarsağlam ve güzel çizmeleri kimsenin dikemeyeceğinisöylüyordu; çevredeki herkes onlardan çizme almayageliyordu. Simon'un durumu da gittikçe iyileşiyordu.Bir kış günüydü. Simon ile Mihael, işlerini yapıyorlardı. Busırada barakalarının önüne kızaklı üç atın çektiği bir arabageldi. Simon ve kalfası, merakla baktılar pencereden. Arabakapılarında duruyordu, bir uşak atlayıp hemen kapıyı açtı.Bey, barakaya girmek için eğildi, içeri girdiğinde başı az dahatavana değecekti. Odanın dörtte üçünü kaplayacak kadaryapılıydı adam.Simon kalkıp eğilerek selamladı adamı. Bir yandan daşaşkınca bakıyordu. Böyle birini ilk görüşüydü. Simon sıska,Mihael narin, Matriyona'nın kemikleri sayılıyordu; oysa buadam başka bir dünyadan gelmişti sanki. Al yüzlü, devasagövdeliydi; boynu bir boğanın boynuna benziyor,bakışlarından bir soğukluk yayılıyordu.Bey, ahlaya inleye kürkünü çıkarıp bir kenara attı, peykeyeilişirken,"Usta hanginiz?" diye sordu."Bendeniz, efendim..." dedi Simon ileri çıkıp.Bey, uşağına seslendi: "Fedka, deriyi getir."Uşak, elinde katlanmış bir deriyle içeri koştu. Bey, deriyialıp masanın üstüne bıraktı. Uşaktan deriyi açmasını istedi.Uşak söyleneni yerine getirdi. Bey, deriyi işaretle,"Banabak ayakkabıcı..." dedi. "Bu deriyi görüyor musun?""Evet...""Nasıl bir deri olduğunu söyleyebilir misin peki?Eliyle deriyi yoklayan Simon: "Güzel bir deri," dedi."Tabii ki öyle! Senin gibi bir ahmak ömründe böylesinigörmemiştir. Alman malıdır ve su içinde yirmi ruble eder."Korkuya kapılan Simon,"Böyle deriyi neden gereyim?"dedi."Pekâlâ! Bu deriden çizme yapabilir misin bana?""Elbette efendim, yapabilirim."Bey kükredi: "Demek öyle! Fakat çizmeleri kime yaptığını,derinin ne kadar kaliteli olduğunu aklından çıkarma sakın.Öyle bir çizme olsun ki bir yıl dayansın; ne biçimi bozulsunne de dikişleri atsın. Eğer yapabilirsen, al deriyi ve kes;yapamayacaksan şimdi söyle. Demedi deme, eğer bir yılgeçmeden bu çizmenin biçimi bozulur veya dikişleri atarsa,seni içeri tıktırırım. Eğer hiçbir şey olmazsa, sana on rubleveririm."Alabildiğine korkan Simon, diyecek söz bulamıyordu.Mihael'e bakıp dirseğiyle dürterek fısıltıyla,"İşi alayım mı?"diye sordu."Al..." dercesine başını salladı Mihael.Mihael'in önerisine uyup bir yıl boyunca biçimibozulmayacak, dikişleri atmayacak çizmeleri yapmayı kabuletti.Uşağına seslenen bey, öne uzattığı sol ayağındaki çizmeyiçıkarmasını buyurdu."Ölçünü al..." dedi. Simon, ölçü kâğıdını alıp diz çökerekbeyin çorabını kirletmemek için elini iyice önlüğüne sildi,ölçü almaya girişti. En başta ayak tabanını ölçtü, kâğıtölçütünü ayağın üst tarafına dolayıp baldır ölçüsünü çıkardı;ancak kâğıt endazesi kısa geliyordu, adamın baldırı ağaçkökleri gibi kalındı."Diz kısmını sakın dar yapma!.."Simon bir kâğıt şerit daha ekledi. Bey, çoraplı ayakparmaklarını çıtlatırken barakadakileri gözlemeye başladı.Mihael'i o sırada fark etti."O da kim?" dedi."Kalfam... Çizmelerinizi o dikecek.""Unutma, öyle sağlam yapacaksın ki bir yıl dayanacak."Simon kalfasına baktığında, onun beye bakmadığını, sankibiri varmışçasına gözlerini beyin arkasında bir yereçevirdiğini fark etti. Mihael bakarken birden gülümsedi, yüzüışıldadı."Niye sırıtıyorsun, ahmak?!" diye kükredi bey. "Öylesırıtacağına çizmeleri vaktinde nasıl bitireceğini düşünsene.""Tam vaktinde hazırlanacaklarına emin olun..." dedi Mihael."Bunu aklından çıkarma sakın!" dedi bey. Çizmelerini,kürkünü giyip kapıya doğru ilerledi; ama başını eğmeyiunuttuğu için kafası kapının üstüne çarptı. Homurtulu küfürlersavurup başını ovuşturdu. Sonra arabasına kurularak çektigitti.Simon, bey çıktıktan sonra, Mihael'e,"Ne adam ama!.. Dağgibi. Başına kalasla bile vursan bir şey olmaz. Kapı az dahadevriliyordu ama ona bir şey olmadı."Matriyona,"İnsanın öyle bir hayatı olursa, nasıl boğa gibigüçlü olmasın ki..." dedi. "Böylelerine Azrail biledokunamaz."Simon, kalfasına,"İşi kabul ettik ama bu işten pişmanolmayız umarım. Deriye paha biçilmez, bey ise nemrut gibibir insan... Küçücük bir hatayı bile affetmez. Senin gözlerindaha keskin; ellerin benimkinden hızlı, ölçüye göre kesçizmeleri. Yüzünün son dikişlerini ben yaparım..." dedi.Kalfa, verilen emre uydu; deriyi alıp masaya serdi, uygunbiçimde katlayıp elindeki bıçakla kesmeye başladı.Matriyona gelip Mihael'in deri kesişini izlemeye başladıfakat onun yaptığını görünce afalladı. Çizme yapım işiniizlemeye alışkındı. Fakat kalfa deriyi farklı bir biçimdekesiyordu. Konuşmak, bir şeyler söylemek istedi; amaiçinden,"Beyin çizmelerinin nasıl yapılacağını belki de benbilmiyorumdur..." diye geçirdi. "Mihael elbette nasılyapacağını bilir, ben hiç sesimi çıkarmayayım."Deriyi kesen Mihael bir iplik aldı, çizmelerinki gibi ikiucundan değil, bir ucundan, terlik gibi dikmeye başladı.Matriyona iyice kaygılandı ama yine karışmadı. Mihaelvakit öğleyi buluncaya dek dikiş dikti. Simon, öğle yemeğiiçin kalkınca çevresine bakındı ve kalfasının beyin getirdiğideriden bir çift terlik diktiğini fark etti."Tanrım!" diye bağırdı Simon. "Benimle bir yıldır çalışıp dabugüne kadar hiç hata yapmayan sen, böyle bir şeyi nasılyaparsın!" diye geçirdi içinden. "Bey, şeritli, ucu bol, uzunçizmeler sipariş etmişti; kalfamsa hafif terlikler dikmiş vegüzelim deriyi mahvetmiş. Beye ne diyeceğim ben? Böyle birderiyi asla bulamam!..""Sen ne yaptın, dostum?" diye sordu kalfasına. "Beniöldürdün. Beyin uzun çizmeler istediğini sen de biliyorsun,ama bu yaptığın ne?"Kalfasını azarlamaya koyulmuştu ki kapının çıngırağı çaldıbirden. Eşikte biri vardı. Pencereden dışarıya göz attılar,beyin yanında az önce gördükleri uşak girdi."Kolay gelsin..." dedi."Sağ olun, hoş geldiniz..." dedi Simon. "Size bir yardımımdokunabilir mi?""Hanımefendim, çizmeler için gönderdi beni.""Onlara ihtiyacımız yok artık; bey sizlere ömür.""Olamaz!""Buradan çıkıp eve gitmesi bile nasip olmadı; arabadaykeneceli geldi. Eve geldiğimizde uşaklar araba kapısını açıncayere yuvarlanıverdi. Öleli çok olmuştu. O kadar da ağırdı kizor taşıyabildik. Hanımefendi size gitmemi isteyip,'Kendisiiçin çizme siparişi veren ve deri bırakan beyin artık çizmeyeihtiyacı yok; naaşı için en çabuk tarafından hafif terliklerdiksin!..' dememi buyurdu. Bunları söylemek için geldim."Kalfa, derinin kalanını topladı, sarıp paketledi; hazırladığıterlikleri birbirine vurup önlüğüne sildi: Kalan deriyle beraberuşağa verdi. Uşak,"Kolay gelsin" diyerek çıkıp gitti.Mihael'in, Simon'un yanına gelmesinin üzerinden tam altıyıl geçmişti. Bu süre içinde hayatında hiçbir değişiklikolmamıştı; bir yere çıkmıyor, gerekmediği zamanlardakonuşmuyordu. Bunca yıldır da sadece iki kez gülümsemişti;ilki, Matriyona kendisine yemek verdiğinde, diğeri, beybarakalarına geldiğinde. Kalfasından alabildiğine hoşnuttuSimon. Ona nereden geldiğini bir daha sormamıştı; tekkorkusu, Mihael'in onlardan ayrılma ihtimaliydi.Hepsinin evde olduğu bir gündü. Matriyona yemek pişiriyor,çocuklar birbirleriyle oynaşıyor, Simon bir pencere önündedikiş dikiyordu. Mihael de diğer pencere önünde birayakkabının topuğuyla uğraşıyordu.Çocuklardan biri Mihael'in yanına koşup omzuna yaslanarakdışarı baktı."Mihael Amca, bak! Bir kadın geliyor, yanında küçükçocuklar var. Bize geliyorlar sanki. Kızlardan birinin ayağıaksıyor."Mihael de işini bırakıp çocuğun bahsettiği yere baktı. Simonşaşkındı; Mihael'in sokağa baktığı görülmemişti; fakat şimdipencereye dayanmış, gözlerini bir noktaya sabitlemişti. Simonda aynı yere baktığında, iyi giyimli bir kadının barakalarınadoğru geldiğini gördü. Kadın kürklü, yün şallar örtünmüş ikiküçük kızın elinden tutmuştu. Kızlar birbirine iki su damlasıkadar benziyordu; ama birinin sol bacağı diğerinden kısaolduğu için aksayarak yürüyordu.Kadın avludan geçip hole vardı. Bakınarak kapı kolunubulup önce çocukları içeri soktu, sonra da kendisi girdi."Kolay gelsin.""Sağ olun, buyurun..." dedi Simon. "Size nasıl yardımcıolabilirim?"Kadın, masanın kenarına sokuldu. İki küçük kız,içeridekileri meraklı bakışlarla süzüp annelerinin dizlerineyaslandılar."Bu çocuklar için yazlık ayakkabı yaptırmak istiyorum.""Yaparız. Gerçi bu kadar küçük ayakkabı yapmadık hiç,ancak şeritle veya şeritsiz, keten tabanlı ayakkabılardikebiliriz. Kalfam işinin erbabıdır."Simon dönüp Mihael'e baktığında, onu işe ara vermiş vegözlerini hiç ayırmadan kızlara bakmakta olduğunu gördü.Kızlar kara gözlü, toraman, al yanaklı, sevimli çocuklardı vekılık kıyafetleri düzgündü; yine de Mihael'in neden onlarıöyle izlediğini anlayamadı Simon. Bunu birazcık hayret vericibulduysa da -Mihael onları tanıyormuş gibi bakıyordukadınla ayakkabıların kaça mal olacağına dair konuşmayadevam etmişti. Ödenecek para da kararlaştırılınca, ölçüalmaya koyuldu. Kadın, ayağı aksayan kızı dizlerine oturtup:"Bu küçük kızdan iki ölçü alın; biri sağlam, diğeri aksayanayağı için. Diğer kızın da ayağı aynı büyüklükte. Onlar ikiz."Simon, bir yandan ölçü alırken bir yandan da ayağı aksayankız hakkında merak ettiklerini soruyordu. "Ne oldu ona? Öylesevimli bir kız ki. Doğuştan mı öyle?" diye sordu."Hayır, sonradan oldu; dizini annesi ezmiş."Kadının kim olduğunu, çocukların neyin nesi olduğunumerak eden Matriyona da konuşmalara katıldı o sıra:"Anneleri siz değilsiniz, öyle mi?" diye sordu."Değilim, hanımefendi; anneleri de değilim, bir yakınları da.Ben onları evlat edindim sadece.""Kendi çocuklarınız olmamasına karşın, onları bu kadarseviyorsunuz ha?""Sevmem mi? İkisini de ben emzirdim. Benim de birçocuğum var ama Tanrı onu yanına aldı. O çocuğuma bilebunca düşkün değilim.""Bu çocuklar kimin peki?"Kadın, çocukların öyküsünü anlatmaya başladı:"Onların hikâyesi oldukça uzun ve üzücüdür. Altı yıla yakınbir süre önce, anneleri ve babaları çok kısa bir aralıkla öldü.Babaları salı, anneleri ise cuma günü toprağa verildi. Buyavrular babalarının ölümünden üç gün sonra dünyayageldiler; anneleri doğumdan hemen sonra öldü. Kocam ozamanlar köyde çiftçiydi. Bu çocukların aileleri kapıkomşumuzdu ve bahçelerimiz bitişikti. Babaları, ormandaağaç keserdi. Bir gün ağaç keserken ağaç üstüne devrilmiş.Tam göğsüne düşen ağaç, adamcağızın içini dışına çıkarmış.Son nefesini vermeden önce, evine güçlükle taşımışlar. Buolayın haftasında, karısı bu çocukları doğurdu. Yoksuldu,kimsesizdi; yanında kalacakları birileri yoktu. Çocuklarınıkendi başına doğurdu ve ölüme kendi başına gitti.Ertesi sabah onu kontrol etmeye gittim. Fakat barakasınagirdiğimde, zavallı kadının bedeni soğuyup katılaşalı uzunzaman olmuştu. Can çekişmesi sırasında bu çocuğun üzerineyuvarlanıp dizini ezmiş.Barakaya köylüler doluşmuştu. Hemen bir tabut hazırlayıpölüyü yıkayıp toprağa verdiler. Bebekler bir başına kalıverdi.Onlar ne olacaktı? Köyde o günlerde emzikli bebeği olan tekkadın bendim, sekiz aylık bir yavrum vardı. Bunun üzerine,bu yetimleri de bir süreliğine yanıma aldım. Köylüler toplaşıponları ne yapacaklarını tartıştılar, sonunda bana: 'Mary,çocuklar şimdilik seninle kalsalar iyi olur, sonra bir çaredüşünürüz...' dediler.İlk zamanlarda ayağı aksayan çocuğu emziriyordum, ne deolsa çok yaşamayacak diyordum. Sonra, oturup düşündüm; bugünahsızlar ne diye sefil olsun? Merhamet edip onu daemzirmeye başladım. Oğlumu ve bu ikizleri kendi sütümlebesliyordum. Sağlıklı, güçlüydüm, bol yemek yiyordum. Ogünlerde sütüm öyle çoğaldı ki göğüslerimden taştığı bileoluyordu. Kimi zaman biri beklerken, ikisini aynı andabesliyordum. Biri doyduğunda, sıra üçüncüye gelirdi. Tanrı,yaşı ikiyi bulmayan yavrumu yanına alıp bu çocuklarıbüyütmemi buyurdu. Durumumuz iyiydi ama o çocuktanbaşka çocuğumuz olmadı. Kocam şimdi değirmende bir mısırtüccarının yanında çalışıyor, para yönünden sıkıntımız yok.Ama benim kendi çocuğum olmadı; bu küçükler olmasa,hayata zor dayanırdım. Onları öyle çok seviyorum ki benimher şeyim bu ikizler."Kadın bir eliyle, ayağı aksayan küçüğü dizlerine bastırıyor,diğer eliyle de kendi gözyaşlarını siliyordu.Göğüs geçiren Matriyona,"Atasözü ne güzel söylemiş:'İnsan ailesiz yaşayabilir ama Tanrı'sız asla!'" dedi.Böylece konuşurlarken ansızın, içeriyi Mihael'in durduğuköşede çakan bir şimşek aydınlatır gibi oldu. Onabaktıklarında, elleri dizlerinde, gözleri tavana çevreli,gülümseyen yüzünü gördüler.Kadın, kızlarını da alıp birlikte dışarıya çıktı. Mihael ayağakalkıp elindeki işi bir kenara bıraktı. Sonra önlüğünü çıkardı;başını eğerek ustası ile karısını selamlayıp: "Hoşçakalın..."dedi. "Tanrı'nın merhametine uğradım. Eğer bir hatamolduysa siz de beni affedin."Mihael'in üzerinde bir ışığın parladığını gördüler. Simon dakalkıp kalfasını selamlayarak:"Mihael, senin herhangi bir suçun olmadığını biliyorum;burada kalmanı istemeye ve sorgulamaya niyetim yok. Sadeceşunu yanıtla: Seni bulup buraya getirdiğimde alabildiğineperişan ve kederliydin; fakat karım sana yemek verdiğindeona gülümsedin, yüzün aydınlandı; bey, ayakkabı yaptırmayageldiğinde, bir daha gülümsedin ve yüzünün aydınlığıçoğaldı. Son olarak da deminki kadın çocuklarla geldiğindebir daha gülümsedin ve yine yüzünün aydınlığı arttı. Bilmekistediğim şu: Yüzün neden böyle ışıklanıyor ve neden sadeceüç kez gülümsedin?"Mihael,"Cezalandırılmıştım ama Tanrı beni bağışladı. Yüzümbundan dolayı aydınlanıyor. Üç kez gülümseme nedenimegelince, Tanrı beni üç gerçeği öğren diye yollamıştı,öğrendim.İlki, karın bana acıdığında, bunun için ilk kez gülümsedim.İkincisi, bey çizme siparişi vermeye geldiğinde, bir dahagülümsedim. Son olarak da o hanımla çocukları gördüğümde,üçüncü ve son gerçeği de öğrendiğimde..."Ustası,"Tanrı'nın sana verdiği ceza neydi, Mihael. Bir dedeğindiğin üç gerçek nedir, söyle ben de öğreneyim..." dedi.Mihael:"Tanrı, onun yolundan ayrıldığım için cezalandırdı beni.Cennetin meleklerinden biri olmama karşın, O'nunbuyruklarına karşı geldim. Tanrı, bir kadının canını almamiçin yollamıştı beni. Dünyaya vardığımda, kendi başına yatanbir kadıncağız gördüm: Kadın, deminki ikiz çocuklarıdoğurmuştu. Bebekler annelerinin yanında zor belakımıldanıyorlar ama kadın ne yapsa onları göğüslerinekaldıramıyordu. Beni gördüğünde, canını alayım diyeTanrı'nın gönderdiğini anlayıp gözyaşları dökerek,'EyTanrı'nın meleği! Kocam kestiği ağacın altında kalıp birkaçgün önce öldü. Kimin kimsen yok; bu günahsızlar ölüpgidecek. Yalvarırım, canımı alma! N'olur, onları emzirmeme,kalkıp yürüdüklerini görmeme yetecek kadar izin ver.Çocuklar ana babaları olmadan yaşayamaz!' Söylediklerinidinleyip bir çocuğu bir göğsüne, diğerini de kollarına uzatıp,göklere yükselip O'nun huzuruna çıktım ve 'Tanrı'm,verdiğin görevi yerine getiremedim; kadının kocası bir ağacınaltında kalarak can vermiş; kadın, ikiz yavrularının hatırınacanını almayayım, çocuklarının büyüyüp yürüdüklerinigöreyim diye yalvarıyor. Bu yüzden, verdiğin görevi yerinegetiremedim.' dedim. Tanrı,'Git, annenin ruhunu teslimetmesini sağla ve üç gerçeği öğren: İnsanın içinde ne vardır?..İnsana verileni ve verilmeyeni öğren. İnsan ne ile yaşar,öğren. Bunları öğrenip tekrar göklere dön.'Bu sözler üzerine, tekrar yere inip kadına ecel şerbetisundum. Bebeler göğüslerinden düştüler. Bedeni yataktandüştü kadının ve çocuklardan birinin dizlerini ezdi. Kadınınruhunu Tanrı'ya götürmek amacıyla köy üzerindeyükseliyordum ki bir esintiye kapılıp yere düştüm.Kadıncağızın ruhu, kendi başına göklere yükseldi; bensetekrar dünyaya, o türbenin yanına düştüm."Yoksul karı koca, evlerinde kimi konuk ettiklerininfarkındaydılar. Sevgi ve saygıyla gözyaşı döktüler. Melekşöyle seslendi: "Bir başıma ve çıplaktım. İnsanlarınihtiyaçlarının neler olduğunu bilmiyordum; açlıktan içimeziliyor, soğuk kemiklerime işliyor fakat ne yapacağımıbilmiyordum. Bulunduğum tarlaya yakın bir türbe gördüm;başımı oraya sokup soğuktan korunabileceğimi düşünerekoraya gittim; ancak türbenin kapısı kilitliydi, içeri giremedim.Hiç değilse rüzgârdan korunayım diye geçip türbenin arkasınaoturdum. Karanlık basmıştı. Karnım açtı ve donmaküzereydim. Derken, yoldan birinin geçtiğini gördüm. Elindebir çift çizme tutuyor, kendi kendine konuşuyordu. İnsanadönüştüğümden beri, ölümlü birini ilk görüşümdü bu; yüzükorkunç görünüyordu, başımı çevirdim. Adamın soğuktannasıl korunacağını, ailesini neyle doyuracağını kendi kendinekonuştuğunu duydum. 'Ben burada açlıktan, soğuktanneredeyse öleceğim; adamsa kendi derdine düşmüş. Onunbana yardımı olamaz' diye geçirdim içimden. Beni görenadamın kaşları çatıldı, yüzü biraz daha korkunçlaştı.Bulunduğu yeri bırakıp yolun öte yakasına geçti. Kendimiçok çaresiz hissettim; fakat ansızın onun dönüp geldiğinigördüm. Başımı kaldırıp yüzüne baktığımda, adamı neredeysetanıyamıyordum; demin yüzünde ölüm olan adam, canlanmış,gençleşmiş gibiydi; yüzünde Tanrı'nın ilahî ışığı vardı.Yaklaşıp, giymem için bir şeyler verdi, beni yanına alıp evinegetirdi. Evine getirdiğinde, karısı karşıladı bizi ve hemenkonuşmaya başladı. Kadının hâli, kocasınınkinden dahakorkunç görünüyordu ve soludukları havada ölümün kokusuvardı; bu yüzden, güçlükle soluk almaya başladım. Benimdışarının soğuğuna atılmamı istiyordu. Bunu yaptığındahemen öleceğimi biliyordum. Kocası, ona Tanrı'yıanımsatınca kadın çarçabuk değişti. Yemek getirip yüzümebaktığında, ben de ona bakıp ölümün onun üstünde sözüolmadığını gördüm. Hayat bağışlanmıştı ona; onun bu hâlindede Tanrı'yı hissettim.Hemen sonra, Tanrı'nın ilk dersini hatırladım: 'İnsanıniçinde ne vardır?' İnsanın yüreğine sevginin egemenolduğunu öğrendim. Tanrı'nın vaat etmiş olduğu şeyleri banaaçık etmesiyle rahatlıyordum; ilk kez işte bunun içingülümsedim. Ancak öğreneceklerim bitmemişti daha: 'İnsananeyin verilmediği' ve 'insanın ne ile yaşadığı?..'Evinizde yaşıyordum. Bir yıl geçti. Günün birinde, biçimibozulmayacak, dikişleri atmayacak çizmeler isteyen bir beygeldi. Yüzüne baktığımda, omuzlarının üstünde arkadaşımı,Azrail'i gördüm. O meleği benden başka gören olmamıştı;onu tanıyordum; akşama varmadan, varlıklı beyin canınıalacağını biliyordum. 'Adam bir yıl sonrasına hazırlanıyorama akşama varmadan öleceğini bilmiyor!..' diye düşündüm.Hemen, Tanrı'nın ikinci buyruğunu anımsadım: 'İnsanaverilmeyen nedir?'İnsana sevginin egemen olduğunu biliyordum. Artık onaneyin verilmediğini de anlamıştım: Kendi gereksinimlerininbilgisi... İkinci kez gülümsedim. Hem arkadaşımı görmekten,hem de Tanrı'nın ikinci buyruğunu esinlemesinden dolayıbahtiyardım.Fakat bilmem gerekenler bitmemişti: 'İnsanın ne ileyaşadığı...' Tanrı, son dersi de esinleyinceye kadar beklemeyisürdürdüm. Altıncı yıl, kadınla ikiz çocuklar geldiler; kızlarıhemen tanıdım ve hayatta kalmayı nasıl başardıklarınıöğrendim.Neler yaşadıklarını öğrenince düşündüm: Anaları, çocuklarıiçin bana yalvarmış, bu yavruların kendi başlarınayaşamayacaklarını söyleyince inanmıştım; fakat onlarlayabancı biri ilgilenmiş, besleyip büyütmüştü. Kadının onlarıöz çocuğu gibi sevdiğini görünce gözyaşı döktüm; kadındacan bağışlayan Tanrı'nın varlığını sezdim. İnsanları yaşatanşeyi, öğrenmem gereken son şeyi de öğrendim. Tanrı, benibağışlayıp son dersi de esinlemişti; üçüncü kez gülümsedim."Melek sözlerine son verince, üstündeki elbiseler yok oldu veinsanın gözünün dayanamayacağı kadar güçlü bir ışıklakaplandı. Sesi o kadar yükseldi ki göklerden geliyor gibiydi.Melek:"Anneye, çocuklarının neye ihtiyaçları olduğunun bilgisibağışlanmadı. Varlıklı bey de gereksiniminin ne olduğunubilmiyordu. Kimselere, karanlık çöktüğünde, çizme mi,cesedine giydirilecek terliklere mi gereksinimi olduğuaçıklanmadı. O günahsız yavrular sağ kaldıysa, annelerininözeni sonucu değil, onları hiç tanımamasına karşın, merhametedip sevgi besleyen bir kadın var diyeydi; insanların tümükendilerini nasıl rahat ettireceklerini düşünerek değil,insanlara verdikleri sevgiyle var kalırlar.Daha önceleri, Tanrı'nın insana hayattan tat alması içinarzular bağışladığını biliyordum; bugünse anladığım şu kigerçek, bunları kat kat aşıyor.Biliyorum ki Tanrı, kullarının ayrı ayrı değil, beraberceyaşamalarını istiyor; bu yüzden her birine kendigereksinimlerini değil, hepsi için gerekenleri esinliyor.Biliyorum ki insanlar sadece kendilerini düşünerek varkalıyor gibi görünseler de aslında onlara hayat veren tek şey'sevgi'dir. Seven Tanrı'ya; Tanrı, sevene yaklaşır. Sevgiyi vareden sadece O'dur çünkü."Melek, Tanrı'ya şükrederken sesi bütün barakayı inletti.Barakanın damı yarıldı, göz kamaştıracak kadar parlak ışınlargöğe doğru yükselmeye başladı. Simon, karısı, çocuklaryerlere kapaklandılar. Melek gökyüzüne yükselmişti.Simon, gözlerini açtığında barakası eskisi gibiydi.
SON
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İNSAN NE İLE YAŞAR LEV NİKOLAYEVİC TOLSTOY
Non-FictionTAMAMLANDI Tolstoy 28 ağustos 1828'de Tulainde Yasnaya Polyana'da doğdu. Annesi çok küçükken öldü. Babası ve kardeşleriyle yaşadığı aile topraklarında Rus kırsal yaşamını erkenden tanımış oldu. On beş yaşında Voltaire'i ve üstünde kalıcı bir etki bı...