"Tanrıça'nın ihanete var ahı.
Beş Kahraman yola çıkmalı,
Aşkın doğduğu yere varmalı.
Dolunayda alacak, masum intikamını.
Toplayacak tüm günahsız kadınları,
Çünkü ağır beyazın karşılığı."Tim bunu defalarca tekrarlamıştı.
"Kapa çeneni!" diye tersledi onu Nora. "Kehaneti biliyoruz."
Tim ürkek ürkek ona baktı. "Üzgünüm," dedi. "Bu ilk görevim ve biraz gerginim."
Apollon'un ekibi, kahramanlar, Belen, Hazel, Tim, Nora ve Nico; Apollon'un onlara verdiği minibüsün içinde oturuyorlardı. ("Bana kalsa size acayip havalı bir ferrari verirdim." demişti Apollon.) Kamptan çıkmışlardı. Belen, oradan uzakta ve ıssız bir ormanda minibüsü kenara çekmişti.
"Aşkın doğduğu yer." dedi Belen. ("Lanet şey!" demişti Nora aşka.) "Aşk... Afrodit olmalı."
"Hadi canım!" dedi Nico di Angelo aksi aksi. Apollon ortaya çıktığından beri böyle davranıyordu. O gittikten sonra da iyice sinir bozucu bir hal almıştı.
Göle kafa üstü düştüğünden Belen onu alttan almaya çalışarak, (Aslında ayağının altına almak istiyordu.) "Kıbrıs'a gideceğiz öyleyse." dedi.
"Tanrılarım!" dedi Hazel. "Orası çok uzak." Hazel bunu söylerken Tim de aynı anda, bıyık altından gülerek, "Neden Paris değil?" demişti.
Kısa süreli bir sessizlik hakim oldu. Nora dudaklarını kemirerek diğerlerine baktı. Parmakları buz kesilmişti ve karnı ağrıyordu. Kamptan ayrılmadan biraz önce, üstüne daha kalın bir kazak giymişti. O dar pantolondan kurtulmak isteyip onun yerine de dizlerine kadar uzanan bir etek almıştı. Şimdi ise dar pantolonu çıkardığına pişman olmuştu. Belen'in pijamalı hali bile daha iyiydi. Üşüyordu. Tek yapmak istediği sıcacık bir battaniyeye sarılıp uyumaktı. (Ki normalde üstüne bir şey örtmezdi.) Gece yarısı olduğundan diğerlerinin de uyumak istedikleri kesindi. Di Angelo'nun gözleri yarı kapalıydı ve Tim esniyordu.
Ne var ki bir kükreme, o kısacık sessizliği bozdu. Kükremenin hemen ardından da metalin ağaçlara çarpmasıyla çıkardığı korkunç bir gürültü geldi. Bu ses içler acısıydı. Nora inledi. Seslerle birlikte minibüs, şiddetle sarsıldı.
"N'oldu ya?" dedi Tim, cama çarpan kafasını ovuşturarak.
Di Angelo minibüsten dışarıya fırladı. Belen ve Nora da onu takip etti. Hepsi silahlarını çekmişlerdi. Belen, altın sarısı yayını gerdirdi ve bekledi. Biraz sonra bir hırıltı duyuldu. Belen panikleyerek sesin geldiği tarafa bir ok fırlattı. Pek isabetli bir atış sayılmazdı. Karanlığın içindeki yaratık hırladı ve ileri atıldı. Belen tam zamanında kollarını yüzüne siper etti. Ama yaratık ona doğru öyle bir hızla koştu ki, boynuzları ağaca saplandığında Belen, o iki boynuzun arasındaydı. Yaratığın acı içinde inleyen salyayla kaplanmış iğrenç suratına bakıyordu. Nico kapkara kılıcını kaldırarak onlara doğru koştu.
"Kafasını kopart, di Angelo!" diye bağırdı Nora.
Nico kılıcını minotorun ensesine savurduğunda Kapa çeneni çok bilmiş çingene, diye düşünmeden edemedi. Yaratık iğrenç bir şekilde inledi. Ağacı köklerinden söküp çıkartarak doğruldu. O bunu yaparken zemin sarsıldı ve havada savrulan kökler di Angelo'yu ıskaladı. Belen korkuyla inledi. Canavar köklerinden çıkardığı ağacı kafasını üstünde bir kaç saniye bile taşıyamadan sırt üstü yere düştü. Belen korkuyla olanları izliyordu. Boynuzlarında kocaman bir ağaç olan minotor, yere boylu boyunca uzanmış sinirden köpürüyordu. Burnundan ve ağzından kan akıyordu. Nora orada, tehlikenin içinde bulunmasaydı minotorun o haline çok gülerdi.
Herkes durmuş, minotora bakıyor ve ne olacağını bekliyordu. (Nora dua ediyordu.) Minotor inleyerek kafasını kıpırdattığında "Lanet olsun, Apollon!" diye bağırdı Nora. Minibüsün yanındaki ağaçların dibinde futbol topu büyüklüğünde, oldukça sert görünen taşlar vardı. Onlara doğru koştu. Bir yandan da Apollon'a bağırmaya devam ediyordu: "Bana bir balyoz verebilirdin!" Kayalardan birini aldı ve olanca gücüyle minotorun kafasına fırlattı. Kaya tok bir ses çıkartarak minotorun kafasına çarptı. Sonra bir tanesi daha havalandı ve yine tam kafasına isabet etti. İyi bir nişancının elinden çıktığı belliydi. Tüm bunları minibüsün içinden izleyen Tim, "Vay be!" dedi hayranlıkla.
"Hadi, hadi, hadi minibüse binin gidiyoruz!" diye bağırdı Belen. Ayıcıklı pijamaları yırtılmış ve tozlanmıştı. Saçları da dağınıktı. Korkak, küçük bir kız gibi görünsede elinde tuttuğu altın yayı, dik duran sırtı ve yere sağlam basışı onun cesur bir kahraman olduğunun kanıtıydı. Herkes ona itaat etti.
Sürücü koltuğuna oturarak gaz pedalına bastı. Ormandan çıktılar ve iyice hızlandılar. Belen virajları keskin ve hızlı bir biçimde dönerek diğerlerinin beyninin sulanmasına neden oluyordu. Direksiyonu kırarken kolları ağrıyor, debriyaja basıp durmaktan ayağı uyuşuyordu ama hız kesmedi.
Nora Brown bir o tarafa bir bu tarafa sallanırken Of karnım çok ağrıyor, diye düşündü. Uyumak istiyordu. Her şey o kadar hızlı olmuştu ki. Henüz tamamını kavrayamamıştı. Zihnini yormak istemiyordu. Uyumak istiyordu... Aniden bir virajı daha geçince kafasını koltuğa çarptı. Aksi aksi homurdanarak ölümcül bakışlarını Belen'e çevirdi. Belen ise dikiz aynasından ona bakarak mahcup mahcup gülümsedi.
Of karnım çok ağrıyor be!
"Yaralandın mı, Brown?"
"Ha?"
"Yaralandın mı?" diye tekrar etti Nico. Bir yandan da gözleriyle, kızın bacaklarından süzülen kanı işaret etti.
Nora kaşlarını çattı ve aşağıya baktı. Yüzü bir anda bacağından aşağıya doğru, ağır ağır akan kan kadar kırmızı oldu. Dudağını ısırdı.
Belen bir kez daha dikiz aynasından arkaya baktı.
"Tanrılarım!" dedi. "Nora, o adet kanı mı?"
Nora delici bakışlarını ona çevirdi ve hiç sakınmadan çok ağır laflar etti. Belen bir benzin istasyonunda aracı kenara çekene kadar da susmadı. Benzinlik eskiydi ve etrafta başka otomobil yoktu. Yine de Nora'nın işini görebilecek bir market ve tuvalet bulunuyordu. Otomatik kapı açılınca Nora Brown düştüğü bu utanç verici durum ve sancılar yüzünden ağladığı belli olmasın diye markete koşmak zorunda kalmıştı.
*
Nora'nın kana boyanmış elbiseleri benzin istasyonunun tuvaletlerinden birinde, bir çöpün içindeydi. İstasyonun yanındaki markette kalitesiz kıyafetler satılıyordu. Bu kalitesiz kıyafetlerden bir tane de Brown edinmişti. Diğerleri minibüsün içinde onu bekliyorlardı. Kusmamak için kendini zor tutan Nora, kollarını karnına sarmış, kambur bir şekilde yürüyerek minibüse döndü. Gün doğmak üzereydi. Tim, Nico ve Hazel uyumuşlardı. Hala pijamaları içinde olan Belen de göz kapaklarını açık tutmak için müthiş bir çaba sarf ediyordu. Nora sessizce geçip arka koltuklardan birine oturdu. Belen motoru çalıştırdı. Benzin istasyonunu arkada bırakarak yola çıktılar. LaGuardia havaalanı bir kaç kilometre ötedeydi. Bilet bulabilirlerse eğer öğleden sonra Kıbrıs'ta olacaklardı. Aşkın, yani Afrodit'in denizin köpüklü dalgalarından doğduğu yerde. Zambağı orada bulacaklarını umuyorlardı. Oysa hikayenin aslını bilmiyorlardı.
Hiç var olmaması gereken biri... demişti Apollon.
Belkide öyleydi. Mitolojide Zambakla ilgili bir çok hikaye anlatılır. Ama sanırım onu en güzel anlatan kişi İngiliz şair William Blake'tir. Zambak, savunmasızdır. Kendini koruyabilecek bir silahı yoktur. Günahsız bir kadındır o. Bu yüzden Blake'in şiirindeki gibi tüm masumiyetiyle kanatlarını iki yana açarak vicdanımıza doğru havalanır:
İffetli gül dikenlerini gösterir;
Alçakgönüllü koyun bir tehditkar boynuz.
Oysa beyaz zambak aşkın tadına varacaktır,
Ne bir diken ne bir tehditle görkemli güzelliğini lekelemeden.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Lullaby (Nico di Angelo FanFiction)
Fanfic"Uyu bebeğim, uyu. Her şey yolunda. Uyu bebeğim, uyu. Tanrı hep yanında. Gün bittiğinde, güneş gittiğinde, Gökten, göllerden, tepelerden. Her şey yolunda, güvenlice dinlen. Yıldızların ardında bir ülke, duydum ninniler içinde. Uyu bebeğim, uyu. Her...