Alan... Ey güzel, sağlıklı ova çocukları; siz ki kendinizi kırda, sonsuz düzlükte, adına "gökyüzü" dedikleri bu güzel, büyük, mavi cam fanus altında bulmak için yalnızca birkaç adım atmaya gereksiniminiz var; siz ki büyük uzaklıklara, geniş ufuklara bakmaya alışkınsınız; siz ki yüksek yapılar arasına zincirlenmiş olarak yaşamıyorsunuz; siz bir Peşte çocuğu için boş bir arsanın ne demek olduğunu bilemezsiniz. Peşte çocuğunun ovası, kırı, düzlüğü hep budur. Onun için sonsuzluğu, özgürlüğü bu anlatır. Bir yanından köhne bir tahtaperdeyle sınırlanan, öteki yanlarında büyük yapı duvarları göklere doğru yükselen küçük bir toprak parçası. Şimdi artık Pâl Sokağı'ndaki Alan'da, kiracılarla dolu, dört katlı büyük bir apartman somurtuyor ve bu insanlardan belki hiçbiri, bu küçük toprak parçasıyla birkaç zavalı küçük Peşte çocuğunun gençliği arasındaki ilgiyi bilmiyor.
Alan boş bir arsaya yakışacak biçimde bomboştu. Tahtaperde Pâl Sokağı yönünde boydan boya uzanıyordu. Sağında ve solunda iki büyük yapı yükseliyordu. Ve Alan'ı önemli yapan, ona bizi bağlayan şey arkada... Evet, arka yandaydı. Demek istiyorum ki, burada başka büyük bir arsa vardı. Bu büyük arsayı da, kesilmiş ağaçları buharlı makineyle biçen bir şirket kiralamıştı ve arsa baştan başa odun yığınlarıyla doluydu. Burada yığınlar ölçülü ve düzenli küpler halindeydi ve kocaman küplerin arasında küçük sokaklar vardı. Burası adeta bir labirentti. Sessiz ve kararmış yığınlar arasında elli altmış tane küçük ve dar sokak birbirini kesiyordu ve bu labirentte yolu şaşırmamak kolay değildi. Güçlükle de olsa öteki baştan çıkan insan bir boşluğa gelirdi ki bunun ortasında küçük bir yapı vardı.
Odunlar bu yapıda kesiliyordu. Burası acayip, gizemli ve korkunç bir yerdi. Yazın yabanıl bir asma her yanını kaplardı ve iyi işleyen bir makine düzeniyle belirli zamanlarda beyaz, temiz buharlar salıveren ince, siyah baca yeşil yapraklar arasından dumanlarını püflerdi. Bu zamanlarda insan, uzakta işitirse, yığınlar arasında bir yerde bir lokomotif sıkışıp kaldı ve yolu söktüremedi sanırdı.
Bu yapının çevresinde büyük, ağır odun arabaları beklerdi. Zaman zaman arabalardan biri yapının saçağı altına gelir, o vakit takırtılar işitilirdi. Saçağın altında küçük bir pencere vardı; bu pencereden dışarıya tahta bir oluk uzanırdı. Araba küçük pencerenin altına gelip durduğu zaman, birden, tahta oluktan, kesilmiş küçük odunlar dökülmeye başlar ve sel halinde büyük arabaya akardı. Araba dolunca arabacı bağırırdı. Bunun üzerine incecik bacanın püfürtüsü durur; yapının içine hemen derin bir sessizlik çöker; arabacı beygirlere seslenir ve hayvanlar dolu arabayla yürürlerdi. Sonra başka bir araba, aç ve boş olarak saçağın altına gelir; o zaman yine siyah demir bacadan beyaz buhar fışkırmaya başlar, yine kesilmiş odunlar dökülürdü. Bu, yıllardan beri böyle gidiyordu. İçerideki makinenin küçük parçalar halinde kestiği odunların yerine büyük arabalar arsaya yenilerini getirirdi.Böylece, büyük avludaki odun yığınları hiç tükenmez ve buharlı makinenin ıslığı da hiç kesilmezdi.
Bu küçük yapının önünde birkaç tane kurumuş dut ağacı ve bunlardan birinin dibinde bir tahta baraka vardı. Çalmasınlar yahut yakmasınlar diye gece odunları bekleyen bekçi burada otururdu.
Artık, eğlenmek ve oynamak için bundan daha güzel yere gerek var mı? Bizim için, kent çocukları için, hayır. Bundan daha güzelini, bundan daha iyisini biz düşleyemezdik bile. Pâl Sokağı'ndaki bu arsa nefis bir düzlüktü ve bizim gözümüzde Amerika çayırlarının yerini tutuyordu. Arka bölüm, odun kümelerinin bulunduğu yan büsbütün başkaydı; kent, orman, kayalıklı dağ bölgesi, özetle o gün hangi adı veriyorsak, o hep burasıydı. Sakın, bu odunlarla dolu alanı savunmasız bir yer sanmayın! Bazı büyük yığınların üstüne korunaklar, kaleler yapılmıştı. Hangi noktayı güçlendirmek gerektiğini Bika kararlaştırırdı. Kaleleriyse, Çonakoş'la Nemeçek yapardı. Dört beş yerde kale vardı ve her kalenin komutanı ayrıydı. Yüzbaşı, üsteğmen, teğmen: Ordu buydu. Nefer, yazık ki, bir taneden başka yoktu. Bütün Alan'da komutanlar, subaylar hep bu biricik ere buyurur; bu biricik ere çatar; olur olmaz şeyler için bu biricik eri hapse atarlardı.
Sanırım, söylemeye gerek bile yok bu biricik er Nemeçek'ti; küçük, sarışın Nemeçek. Yüzbaşılar, üsteğmenler, teğmenler Alan'da bir günün öğle sonrasında yüz kez karşılaşsalar gene birbirlerini nezaketle selamlardı. Oradan oraya koşarken ellerini şapkalarına götürürler ve:
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Pal Sokağı Çocukları
General FictionYayına hazırlayan: Egemen Berköz Dizgi: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. Baskı: Çağdaş Matbaacılık Yayıncılık Ltd. Şti. Çeviren: Necmi Seren