Bugün ilk defa biri bana "Nasılsın?" diye sordu. Bu kadar küçük bir soru bir insan için ne kadar fazla anlam taşıyabilir. Hiç düşündünüz mü? Bu sorunun cevabını hiç düşünmemiştim. Her insan "İyiyim" desede ben kötüydüm. Bu nasıl söylenir bilmiyorum ama bu sorunun cevabını değiştirebilecek miydim, yaşayacağım şeyle buna izin verecek miydi, hiç düşünmeden nasılsın sorusuna iyiyim cevabını verebilecek miydim?
Dün çok yorucu bir gündü. Aslında fiziksel açındansa ruhsal açıdan yorucu birgündü. Dün akşam çok az uyudum çünkü bir kez uykuya dalıpta sürükleneceğim kabuslar yüzünden bir daha uyanamamaktan korktum. Sabah alarmımın çalmasına iki saat kala çok az uyuyabilmiştim ama yine göğüsümde bir acıyla uyandım. Her gün bu acıyı çekmeme rağmen hiç bir zaman alışamamıştım. Bugün çok yoğun birgün olucaktı çünkü sınav haftamız yaklaşıyordu bende okul birincisi ve okulda tam burslu okuduğum için notlarımın düşmemesi gerekiyor. Melisa dün gece, yarın okuldan sonra birlikte onun evine gelmemi ve ona ders anlatmamı istemişti. Melisa haftada üç kere özel des alıyordu ama hep benim ona ders çalıştırmamı çok seviyordu. Küçüklüğümüzden beri ona ders çalıştırıyordum çünkü lisede aynı okulu kazanmak istiyorduk. Melisa ne kadar derslerine çok önemsemiyor gibi görünmesede aslında çok başarılı bir öğrenciydi. Hiçbir zaman bir sınavın hayatımızı belirleyecek olması beni üzüyordu ama maalesef bunu kabullenmemiz gerekiyordu. Bence bu dünyada en büyük şeylerden bir tanesi kabullenmek. Bu hayatta her şeyi çok rahat bir şekilde kabullendim ama 18 Mayıs gününde kabullenmek istemediğim bir gerçekle yüzleşene kadar. Yine çok düşünüyorum geçmişi hatırlamak bana iyi gelmiyor ama zaten 18 Mayıs'da öğrendiğim şey hala beni bırakmak bilmiyordu. Aslında ne kadar içine kapalı ve asosyal bir kız gibi görünsemde hep gülümseyen ve aldığım nefeslerin hakkını vermeye çalışan bir kız olmuştum. Çünkü bu hayat bana bir can borçlu. Ben kanserim on dört yaşında hayat bana bu gerçeği sundu şu anda on yedi yaşındayım ve bu gerçek hiç bir zaman değişmedi bu çok zor bir şeydi benim için. İlk bir ay kabullenmesi çok zor geçti ama Melisa bu dönem hep benim yanımda oldu. İlk öğrendiğim zaman yedi ay hastanede süren bir tedavim oldu. Tam kurtuldum dedim ama iki ay sonra tekrar kapımı çaldı. Kanser benden ilk olarak saçlarımı aldı. Bu hayatta kendimle alakalı en sevdiğim şey saçlarımdı ama onlarda gibince her şeyi kaybettim zannettim ama sonradan şunu anladım tekrar saçlarım çıkardı sonuçta kökü bendeyi asıl dönüşü olmayan şeylerden korkmamız gerekiyordu. On dört yaşından beri peruk takıyorum şu ana kadar kimse Melisa dışında bilmiyor. Benim yaşımdaki kızlar rüzgarda saçlarını savurabiliyorlardı ama ben peruğum çıkar diye bunlardan mahrum kalıyordum. Ama yaşamamam lazımdı bunu kendime borçluydum.
Alarmımın rahatsız edici sesiyle birlikte uyandım. Okul için hazırlanmam gerekiyordu. O yüzden çabucak tuvalete gidim yüzüme soğuk su çarptım ve dişlerimi fırçaladım. Hiç bir zaman diğer kızlar gibi çok erken saatte kalkıp bir saat makyaj ve saç yapmaklar uğraşan kızlaran olmamıştım. Zaten aynaya bakmayı çok seven biri değildim. Çünkü aynada kendimi görmeye tahammülüm yoktu özelliklede gözlerimi çünkü annem yeşil gözlerimi hep solmuş çiçeklerin yapraklarına benzetirdi bende artık gözlerime kahverengi lens takmaya başlamıştım. Hangi anne kızına gözlerin ölmüş, solmuş çiçeklere benzediğini söylerdi ki. Hızlıca dolabımı açıp okul üniformamı üzerime geçirdim. Okul üniformamız kızlar için lacivert etek ve beyaz bir gömlekten oluşuyordu. Ayaklarıma botlarımı geçirdim ve akşamdan hazırlamış olduğum çantamı sırtıma takarak evden çıktım. Her sabah kahvaltı etmezdim zaten yemek yemeği çok seven bir değildim ya da beni yemek yemeği sevdiricek güzel yemekler yapan bir annem olmamıştı. Bizim evimiz hiç bir zaman o sıcak, ev yemekleri kokan, içeriden kahkahaların duyulduğu bir ev olmamıştı. Aslında bir ev için dört duvar ve bir çatı yetmiyordu bazen ev dediğimiz yer bizim için bir hapisaneye dönüşebiliyordu. Müzik dinlemekle geçen yolculuğumun sonunda okula varmıştım. Derslerin başlamasına yarım saat vardı bu yüzden Melisa'yla birlikte kütüphanede der çalışmaya karar vermiştik. Mert ve Berkay ortada yoktu. İlk dersimiz edebiyattı. Melisa edebiyat ödevini yapmadığı için kütüphanede ödevini yapmasına yardımcı oldum. Okuduğumuz okul akademik anlamda çok başarılı bir okuldu zaten okul sadece LGS'yi tam puanla geçmiş ya da bursluluk sınavında yüzde doksan üstü burs kazanmış öğrencilerini kabul ediyordu. Ben hem tam bursu hem de LGS birincisiydim ve bu yüzden bütün hocalarım bende büyük bir beklenti içerisinde olmalarını sağlıyordu. Ders zili çalmaya başladı bizde sınıfa doğru gitmeye başladık. Mert ve Berkay sıralarında oturarak sohbet ediyorlardı. Hoca herkesin ödevlerini kontrol ettikten sonra ödevlerini başarlılı bulduğu öğrencilerin cevaplarını sınıftakilerle paylaşmaları için ayağa kaldırıyordu. Ödevimiz umutun tanımını bir örnek yardımıyla açıklamamızdı. Mert ve Berkay ödevlerinin cevaplarını okuttuktan sonra benim de okumamı istemişti. Ayağa kalktım ve konuşmaya başladım. "Bir yerde okumuştum. Bir idam mahkumuna idam edileceği gün hapşırdığında çok yaşa demek gibiydi bazı umutlarımız. Bu cümle beni çok etkilediği için bu yazmak istedim." Dedim ve yerime oturdum. Herkes derin bir sessizliğe kapılmıştım ve bir anda Mert ve Berkay alkışlama başlamıştı ve sınıfın devamıda onlara alkışlayarak eşlik etti. Yerime oturduğum anda ders bitiş zili çaldı Mert ve Berkay yanımıza doğru gelmeye başladılar. Gözleri hayranlık içersinde bana bakıyorlardı. "Günaydın" dedi Mert. "Günaydın" dedim. Mert bana her zaman bir değişik bakıyordu nedenini bilmiyorum ama sanki hasta olduğumu ilk dakikadan anlamış gibi bakıyor. Özellikle de saçlarıma. Bu beni korkutuyor. Bu yaşıma kadar insanlardan saklamayı başarmıştım sanki bir günah gibi. Ben kendime yalan söylemeyi saverdim ve bazen kendime öyle yalanlar söylerdim ki bir zamandan sonra kendim bile inanırdım yalanlarıma. Zaten en kötüsü de bu değil mi insanın kendine yalan söylemesi, kendini kandırması zaten bir zaman sonra yalanların altında kalmış bir enkaza dönüşüyorsun. Alkol ve sigara gibi bağımlılık yapıyor ve kullanmadıkça sanki ihtiyacın varmış gibi yalan söylemeye devam ediyorsun. Aynı domino taşları gibi. Eğer Mert ve Berkay hasta olduğumu öğrenirlerse onlar da herkes gibi arkalarına bakmadan kaçıcaklardı. Hayatımda ilk defa kendim için bir şey istemiştim, arkadaş çok muydu sadece düz arkadaşlar ama şunu unutuyordum benim gibi insanların yanında normal insanların yeri olmazdı eğer bir yaran yoksa yaralı insanları anlayamazdınız. Dünyada üç tip insan var. Biri yaralılar, onlar aldıkları her yaraları ne sararlar ne de dikerler sadece yaralarıyla yaşamayı bilirler ama yaraları hiç bir zaman kabuk bağlamaz çünkü kanaması için her zaman kaşırlar. ikincisi şifacılar, kendi yaraları vardır ama hep yaralıların yaralarını sarmakla meşgullerdir sadece yaraları sarar ve dikerler ama bazen şunu unuturlar o da bazı yaralar dikiş tutmaz zaten kendi yaraları dikiş tutmayan yaralardır. Üçüncüler yaralardır, sadece insanlara yara olmayı bilirler çünkü o kadar çok yaraları vardır. Kendilerinde olan yaralardan diğer insanlarda da olsun isterler. Kısasa kısas gibi. Ama onlar yalnız ölmeye mahkumlardır çünkü onların yaralarını sarmak isteyenlere sadece yara olurlar. Annem bana hep yara gibi davranırdı. Annemin yarası bendim. "Nasılsınız?" dedi Berkay. "İyiyiz" dedim. İyi değilim ama iyi olmak istiyorum. "Sınav haftası yaklaşıyor akşam birlikte ders çalışmak ister misiniz?" dedi Berkay. Melisa hemen araya girdi "Tuna'yla bu gün ders çalışıcaktık zaten. Tesadüf oldu. Tuna'ya da uyarsa size çalışmak eğlenceli olabilir." dedi. Herkes bana baktı. Aslında fena fikir değildi sonuçta hesap vericeğim bir ailem yoktu. "Olur" dedim. Mert "Akşam bizim eve gelebilirsiniz sizi kardeşimle tanıştırmak isterim." dedi ve devamında "Özellikle de seni Tuna." dedi. Neden beni anlamadım ama bir şey ima etmişti. Mert'le çok fazla göz göze gelmiyordum çünkü gözüme baktığında her şeyi görebiliyor gibi geliyor. "Kaç gibi gelelim?" diye sordu Melisa. "Yedi gibi olur size de uyarsa. Yanınızda test kitaplarınızı da getirin." dedi Mert. Melisa "Saat yedi de Tuna'yla birlikte geliriz. Bize konumu atarsının. Sende telefon numaram var zaten." dedi. Ne ara telefon numarasını vermişti. Offf Melisa. Ders zilinin çalmasıyla herkes yerlerine geçti. Melisa'ya ölümcül bakışlarımı yönelttim. Melisa "Ne var kırk yılda bir arkadaş edindik kötü mü?" Kötü değildi ama çok hızlı gidiyorduk. Biraz yavaşlamamız lazımdı. "Sen arkadaş ol ben iyiyim halimden!" diye çıkıştım. İyi değildim ama kendimi hemen açamazdım. Bu benim sonum olurdu. Ben zaten bir enkazdım sadece bir kolonla ayakta durabiliyordum onu da kıramazdım. Melisa "Artık yoruldum Tuna senin kapalı bir kutu gibi olmandan. Her zaman bir darbe alıcakmış gibi yaşamandan. Seni çok önceden beri tanıyorum çok şey yaşadın ama atlattın, bitti. sen artık ölümle burun buruna değilsin. Artık yaşa hayatını. Hala kanseri atlatman rağmen atmadın o peruğu kafandan. Saçların uzadı mı onu bile bilmiyorum. Birkaç aydır benden çok uzaklaştın farkında mısın? Artık bende yoruldum. Yeter!" dedi. Melisa'ya söylememiştim tekrar kanser olduğumu. Çünkü o da benim gibi hastane köşelerinde olmaktan yorulmuştu. Ama onu daha fazla yoramazdım. Böyle düşünüp bana cepe alması daha iyiydi.
Okul bittikten sonra eve geldim hazırlanmak için. Melisa'yı özel şöförü götürüceği için beni de alıcağını söyledi. Hayır, demedim çünkü yollarda sürünmek istemiyordum. Melisa bana biraz kırılmışa benziyordu. Kırılmakta haklıydı. Ama onun için yapmak zorundaydım. Battıkça batıyorum ve onu da yanımda çekmek istemiyorum. Kaynar suyu açıp yıkanmaya başladım. Kendimi cezalandırmak için kaynar suda yıkanırdım. Öyle temizleneceğimi düşünürdüm ama olmuyordu kendimi bir türlü temizleyemiyordum. Aslında bu annemin küçükken beni cezalandırmak için yaptığı bir şeydi. Aslında canı sıkıldığında beni kaynar suyun altına sokardı acı çekmemden hoşlanırdı. O günlerden beri insanları kırsam ya da incittiğimi düşündüğümde böyle yaparım. Yarım saat boyunca duşta kaldıktan sonra çıktım. Derim kıpkırmızı olmuştu. Dolabımı açıp üzerime bol gri bir sweatshirt ve dar siyah bir pantolon giydim. Rahat şeyler giymiştim. Kanserin ilk dönemi ilaç kullandığım için biraz kilo almıştım ama artık kemoterapi gördüğüm için çok kilo verdim. İnsanlar dışardan geçerken ne kadar zayıf olduğum için beni beğenirlerdi ama zayıf olduğum için kemiklerim batıyordu ama dışardan geçenler bunu bilmiyordu. Ne kadar kolaydı insanlar dışarıdan yargılamak. Biz insanoğlunun sorunu buydu işte, hayvanlardan korkardık, korku filmlerinden, kabuslardan, ölümden, ölü insanlardan bile korkardık ama asıl korkmamız gereken bizlerdik. Test kitaplarımın olduğu bir çanta hazırlayıp evden çıkarken aklıma bir şey geldi ve yanıma benim çocukken okuduğum ilk kitap olan küçük prens'i aldım. Mert'in kardeşi Zehra'ya vermek için. Botlarımı giyip aşağı indim. Melisa'lar kapıda bekliyordu. Arabaya bindim Melisa her zamanki gibi yine çok güzeldi. Ama benim aksime daha özenli hazırlanmıştı. Yol boyunca tek kelime etmedik. On dakika sonunda lüks bir villanın önünde durduk. O anın şaşkınlığınla "Oha" dedim. Melisa'ların da evi böyleydi acayip lükstü. Melisa kahkaha atmaya başladı. "Kızım, Mert'ler zengin sana söylemeyi unuttum. Babası çok ünlü bir avukat. Annesi de ünlü bir moda tasarımcısı." dedi. Şaşırmıştım bu kadar beklemiyordum. Güvenlikten geçtik ve kapıya yürümeye başlık. Biz zile basmadan Mert kapıyı açmıştı yanında Berkay'da vardı. Herhalde bizden önce gelmişti. "Hoşgeldiniz." dediler. Melisa'yla aynı anda "Hoşbulduk." dedik. İçeri girdiğimizde evi hızlıca süzdüm, saray gibiydi. Mert "Odama geçelim, orda rahat çalışırız." dedi. Evleri dört katlıydı en üst kata çıktık. Mert odasının yerini gösterdi ve kapısını açtığında içeride oturan küçük bir kızı gördüm ve o anda şok içersinde donup kaldım. Mert "Bu Zehra benim kız kardeşim." dedi. Zehra kanserdi kafasında sarı bir peruk vardır görür görmez anladım. Mert benim kanser olduğumu ve saçımın peruk olduğunu biliyordu. "Zehra bunlar benim okuldan arkadaşlarım." dedi Mert. Zehra bana yaklaşıp "Sen Tuna abla olmalısın."dedi. Kıza cevap veremedim donup kalmıştım. Zehra odadan çıktığında. Mert "Zehra Lösemi." dedi. Melisa'nın bakışları direkt bana döndü. Berkay "Tuna, dondun kaldın bir şey mi oldu?" dedi ve ondan sonrasında her şey beynimde uğuldamaya başladı.
Bir tohumu toprağa ektin, suladın ama filizlendiğinde solmasına izin vericeğini söylemedin.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Solmuş Çiçekler
Novela JuvenilBiz kendi benliğinde kaybolmuş dört çiçeğiz ve yaşamak için birbirimize ihtiyacımız var. Başlayalım mı?