0.2

50 2 0
                                    

2 Şubat 2017

"Hey, Taehyung!"

Duyduğum tanıdık sesle arkamı döndüm, elini havaya kaldırmış sağa sola sallayan beden bir yandan da bana doğru koşuyordum. "Hey! Min-si." gülümseyerek ona el salladığımda koşar adımları nihayet sonlanmıştı. Güzel yüzünden asla eksik etmediği en az onun kadar güzel tebessümü yüzünü buldu, kuşkusuz ki cennetin en sevilen meleklerinden biriside oydu.

Ellerinden birisi omzumu buldu
"Seni ne zamandır göremiyorum Tae-shi, nasılsın?" tatlı sesi kulağıma ulaştığında gülümsedim. Go Min-si doğduğum ilk andan beri beraber büyüdüğüm fakat hayatın gerçekleriyle ilk yüzleşmeye başladım andan beri görüşmeye fırsat bulamadığım en yegâne dostumdu.

"İyi olmaya çalışıyorum Min-si, sen nasılsın? Nişanlanacağını duydum." gülümsemesi yavaşca soldu, yanlış bir şey mi söyledim acaba derken sesinde ki şaşkınlığı duydum. "Nişanlanmak mı? Melekler ne zamandan beri dedikodu yapıyor."

"Nişanlanmıyor musun yani?" kafasını olumsuz anlamda iki yana salladı, ilk duyduğumda çok şaşırmıştım. Min-si'nin nişanlanması bile kulağa şaşırtıcı gelirken bir başka ağızdan bunu duymak daha şaşırtıcıydı. "Tüh, desene yani evde kaldın." omzuma vurduğunda sinirli yüz ifadesinden onu sinir etmeyi başardığımı anladım, aldığım zevkle gülmeye başladığımda karşımda ki bedeninde gülmesini tuttuğunı görebiliyordum.

"Vaktin varsa oturalım mı? Gerçi son günlerde şeytanlar çok fazla melek avlıyor." heyecanlı yüzü düştü, bu durum canını sıkıyor olmalıydı, haklıydı. Bu durum hepimizin canını yakıyordu, melek arkadaşlarımızın tek tek o cani varlıklar tarafından avlanması sinir bozucuydu. Kimsenin bir önlem almıyordu, sözde tüm varlıkların en gözdesi meleklerin günden güne canice katledilmesine müsade ediyorlardı.

Ellerimden birisini Min-si'nin omzuna çıkardım "Korkunun ecele faydası yok Min, sırf o pislikler bizi tek tek köşeye sıkıştırıyor diye kaçacak değiliz." evren üçe ayrılırdı; yeryüzü, araf ve euphoria.

Yeryüzü, tanrının insanlar için yarattığı ve onları bir sınava tabi tuttuktan sonra oranın bekçisi Azrail tarafından buraya getirildikleri yerdi.

Araf, boşluktu. Ne görülebilecek ne de duyulabilecek bir şey vardı, başlangıcı yoktu, sonu bile yoktu. Affedilmez ceza işleyenlerin kaçınılmaz sonuydu, bir kere arafa itildiğinizde bir daha euphoriaya dönemezdiniz.

Euphoria, cennet ve cehenneme ev sahipliği yapan tanrı katıydı. İki cinsin birbiriyle karışık yaşadığı fakat herkesin sadece kendi ırkıyla birlikte olabildiği bir dünyaydı, meleklerden güçlü olan şeytanların hiç acımadan melekleri ezdiği yerdi. Tanrının favorilerini görmezden geldiği yer.

Euphoria'da olsanız bile evren böyle bir yerdi, tanrı her şeyi adil yaratmamıştı. Tıpkı yeryüzünde olan haksızlıklar gibi yukarıda da her gün yüzlerce haksızlık yaşanıyordu, şayet şeytan değilseniz bunlara sesinizi çıkartmanız pek hoş karşılanan bir şey değildi.

Binlerce yıl önce isyan eden bir kaç meleğin yeryüzüne gönderildiği bile söylenirdi, euphoriada yaşamını devam ettiren herkes için en kötü şey yeryüzünde temelli bir yaşam olurdu. Irknızın, kanatlarınızın ve hatta güçlerinizin bile sizden gittiği imtihanda olan fanilerle aynı konumda olduğunuz iğrenç bir ceza.

Şimdi düşününce yaşayacağım yüz yıllar boyunca örnek bir melek olmak, arafta veya yeryüzüne düşmemek isterdim.

Ama sadece,
İsterdim.

Min-si gülümseyip koluma girdi, euphoriada ki tüm kafeler melekler ve şeytanlar için ortaktı bu yüzden bildiğimiz en sakin ve şeytanların en tercih etmediği kafeye gittik, içerisi tamamen beyaz ve krem renklerinden oluşan kafeye girdiğimizde burnuma dolan süt kokusuyla gülümsedim. Yumuşacık tatlı koku, göz dinlendiren mekan ve içerisinin sıcaklığı insanı kesinlikle mayıştırıyordu.

Mekanın sol tarafını şeytanlar, sağ tarafını ise melekler ele geçirmiş durumdaydı. Min-si göz ucuyla kasanın arkasında asılı duran menüye baktı. "Ben galiba buzlu limonatalı yeşil çay alacağım, sen karar verdin mi?" menüye göz atarken oldukça kararsız hissediyordum, içime bir anda dolan bir huzursuzluk hissi vardı ve sebebini tam olarak kestiremiyordum. "Hayır, ben seçemiyorum." kararsız bir şekilde mırıldandığımda yanımdaki hareketlilikten Min-si'nin cüzdanını çıkardığını tahmin edebiliyordum.

Kartını bana uzattı, güzel gülümsemesi tekrar dudaklarını buldu. "Ben ısmarlayacağım, sen içecekleri al ben de başkası gitmeden önce şurada ki masaya oturayım." elimi omzuna koyup gülümsediğimde cam kenarında oldukça yumuşacık koltukları olan bir masaya gitmişti. Önümde ki bir kaç kişiden sıra bana gelesiye kadar karar vermeye çalıştım, içimde bulunan garip hissiyat midemi bulandırmaya başlıyordu.

Siparişimi vermek üzere kasaya yöneldim. "Tünaydın! Ben bir buzlu limonatalı yeşil çay bir de oreolu bubble tea alacağım." kasiyer kadın dediklerimi onaylarken barmen çocuk siparişleri hazırlamaya başlamıştı, ödemeyi yaptığımda içecekleri teslim alacağım yere geçtim.

Fakat hayatın planları başkaydı, yana attığım tek bir adım başka bir bedene çarpmama vesile oldu. Sanki bir direğe çarpmışım gibi dengem sarsıldı, geriye doğru gittiğimi biliyordum bu yüzden düşmeye oldukça hazırdım. Belimin etrafından geçen ve beni tutan güçlü kol ile evet, burası oldukça klişe ama karşımda ki adam o kadar güçlüydü ki istese beni tek parmağında kaldırırmış gibi hissediyordum.

Sonunda gözlerimi ona çevirdim, simsiyah saçları ve bordonun en koyu tonuna ev sahipliği yapan gözleri vardı; teni bembeyaz fakat çehresi bir o kadar sertti. Boyu 1.95 civarlarında vücudu yapılıydı.

Fakat en önemlisi,
O bir şeytandı.

Bordo gözleri üzerimde dolaşıyordu, o kadar derin ve yoğun bakıyordu ki korkmuştum. Kollarından destek alıp doğruldum, hızlı bir hareketle ondan uzaklaşırken hafifçe öne eğildim. "Özür dilerim." o kadar utanmış hissediyordum ki şeytanın yüzüne irislerimi değdirmedim. Hazırlanan siparişimi hızlıca alıp arkadaşımın yanına gittim, yerime otururken gözlerim az önce gördüğüm şeytanı arıyordu.

"İçimde kötü bir his var, bitirip kalkalım." mırıldandığımda Min-si kafasını salladı, kötü bir şeylerin olacağını o da hissetmiş gibiydi.

Yaklaşık bir saatlik tatlı sohbetimizin ardından vedalaşıp kafede ayrıldık, evimin yolunu tuttu adımlarım. Hava kararmıştı, sokaklardan tek bir yaşam sesi bile gelmiyordu. Yavaş adımlarım zaman ilerledikçe ateşe doğru gidiyordu.

Sadece bir an karanlıkta bir süliet gördüğümü düşündüm fakat etraf o kadar sessizdi ki birisinin olabileceğine ihtimal vermedim. Korku ve o rahatsız edici his tüm vücudumu sarmaya başlarken adımlarımı hızlandırdım, etrafımda nerden geldiğini bilmediğim bir ateş çıtırtısı duyuyordum.

O zifiri karanlığın içinde kolumda hissettiğim temas ve bedenimin ıssız bir sokağa çekilmesi başıma gelmesini istemediğim bir şeydi, sırtım soğuk duvarla birleşirken ellerim başımın üstünde birleştirilmiş ve tek bir el tarafından kelepçelenmişti. Nefes alışverişlerim hızlıydı, karşımdakinin bir şeytan olduğunu anlamayacak kadar aptal değildim. Avlanmak istediğim son şeydi.

Yüzümün hemen dibinde bana ait olmayan nefesler hissediyordum, bedenimi öyle bir ustalıkla hapsetmişti ki hareket etmem imkansız gibiydi.

"Bana bak, Kim Taehyung." kalın ve boğuk bir sesi vardı, tavırları kadar ağzından çıkanlarda dominanttı. Kafamı korkuyla yukarı kaldırdım, bir kaç saat önce ki gördüğüm simaydı bu. Yüzünde ki tehlikeli gülümseme ve siyaha kaçan gözlerinden ne çıkartmam gerektiğini bilemiyordum. Bedenim bedeninin yanında o kadar küçük kalıyordu ki karşısında hiçbir şekilde şansım yoktu.

Sıcak nefesini boynumda ve kulağımın dibinde hissetmeye başladığım o vakit ağzından tüm hayatımızı değiştirecek o kelimeler döküldü.

"Artık kaçışın yok, küçük melek."

Forbidden love | TaekookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin