kimlik

10 2 0
                                    

Zaman nedir? Geçen dakikalarımızdır, saattir zaman. Mevsimdir, aydır, Güneştir. Peki ya durur mu? Durmuyorsa, neden böyle bir kavram var?
'Zamanı durdurmak.'
Böyle bir şey ister var olsun, ister olmasın. Ben zamanımı durdurdum. 2 gündür, buradayım. 2 gündür aynı şeyleri tekrar ediyoruz. Uyanmak, yemek yemek, film izlemek, kitap okumak... Ve annemlerin ihtişamlı evinden daha huzurlu geliyor. Zaman geçmiyor, ama sıkmıyor da. Tam kendime gelebilmiş değilim. Bu yüzden çok hızlı akıp geçiyor ama farkında değilim belki de. Ve derinlerde bir yerde tam çözemediğim bir dürtünün mantığıyla cebelleşiyordum.

Hayalimdekinden bin kat daha güzel olan bu evde 3. günüme uyandım. Siyah; Duman, , A. Monkeys ve Metallica posterleri ile donatılmış duvarlar, sade bir yatak; Beyza Alkoç, Rick Springfield, Franz Kafka, Victor Hugo ve Eric Rickstad'dan oluşan bir kitaplık. Ben değil, o kurmuş bu odayı. Ama sanki benim için kurulmuş gibi. Garip sevecenliklerle elimi yüzümü yıkayıp aşağı indim. Kahvaltı hazırlıyordu İzmir. "Kolay gelsin, İzmir bey. Yardım lazım mı?" dedim gülerek. Bana döndü, hâlâ alışamamıştı varlığıma. "Ha, ah evet, biraz yardım etsen iyi olurdu aslında." dedi ve tabakları gösterdi. Tabakları aldığım gibi kurmaya başladım sofrayı. Sonra aynı şekilde oturduk, sessizce. Ama bu sefer konuşmaya başlayan o oldu;
"İzem, bugün pazartesi. İleride bir mağaza var. Arka planda çalışıyorum, vakit geçsin diye. Evde mi kalacaksın? Yoksa yeni okulun başlayana kadar bir şeyler bulalım mı?" Arka planda çalışmak, sahi neden arkada hep? Sormalı mıyım acaba derken, gevezeliğimi konuşturdum;
"Kendimi oyalayacak bir şeyler bulurum ben. Ama merak ettiğim bir şeyler var. Sen, sen neden buradasın? Neden bıraktın, İnci'yi? Söylesene, 7 aydır neden gitmedin kütüphaneye? Neden arkada çalışıyorsun?" Beklemiyordu, beklemiyordum.
Gözlerine baktım, insan sevdiğini bırakır mıydı? Hangi sebeple bırakırdı ya da, İzmir'in nedeni neydi? Yüzüme baktı, doldu yine ela gözleri. Ama soruya soruyla cevap verdi,
" Fazla naz âşık, merak da beni usandırır İzem hanım." gülümsemeye çalışıyordu, başarısızdı. Kendimi suçlanmış gibi hissettiğim için özür diledim.
" Ben... Şey... Öyle yeri gelince... Merak ediyordum tabii ama... Yani... Özür dilerim." Nefes verdi,
" Özür dileme. Ne yaparsan yap kalırım ben. Ama ben de seni merak ediyorum. Sırların ne? Niye Tarih amca seni gönderdi bana? Bilmiyorum bunları mesela." Soru sorar gibi bir ifadeyle konuşuyordu. Anlatacak periyotta değildim o an ama. Çünkü ben de bilmiyordum. Hayattan kopmuş gibiydim, hislerim üzülmeye adandı bir kez daha. Bu zararlı atmosferden tabii ki de kendi kendimize çıkamadık. Zil çalıyordu. Kalktım, sersemlikle kapıya gittim. Hah, bir kutu. Tam yeri ve zamanını bulan milyon tane kargodan biri. "İzmir?" diye içeri seslendim. Hâlâ kendine gelememiş olacak, ağlarmış gibi bir ses ile "Gelsene, duyamıyorum oradan." dedi. İçeri girdim, paketi göstererek; "Bir şey mi söylemiştin?". Anlamayarak yüzüme baktı, kutuyu eline aldı ve açmaya başladı. "Haberim yoktu, kimden ki acaba?" diye söylenirken, ben de gülerek;
"Bomba çıkıyormuş bir de, şaşırmam doğrusu." dedim. Esprimi ciddiye mi aldı diye düşünüyordum yüz ifadesi kutuyu yiyecekmiş gibi bakarken. "Bomba. Güzel benzetme, ama bu öyle basit bi bomba değil sanırım." Gözleri sağa kaydı, bir şey okudu. O kutunun içinde bir şey okudu.
"İzmir, ne var onun içinde? Ne diyorsun sen?.." Yüzüme baktı, kutuyu elime verdi. Bir not, ve bir kaç kitap. Şöyle yazıyor notta;
'Kaçabileceğini düşündüren neydi küçük hanım?
Hah, sarıldığın, sana dokunan o adam. O adam da, sen de suçlusun artık, katımızda buluruz.
İzem, biz her yerde buluruz seni, küçük kızım. Küçükken parkta bulduğum gibi. Sonrasını hatırlıyor musun? Hatırla bakalım bir...
Ama artık karşında, annen olan vicdanlı Esin Hanım yok.
Sen gittin, yani beni dinlemedin. Hoşlanmadım, bundan hiç hoşlanmadım hem de.'
imza: Esin Kaya. 

Gözümün önünden kayan anılarımın içinde belki de en çok canımı yakanlardan biriydi hatırlamamı istediği şey. İzmir beni izlerken, kayıp giden yıldız gibiydi hatırladıklarım,
Yaramaz bir çocuk değildim. Sadece biraz daha oynayabilmek için izin isterdim. Ailem en fazla bir saat izin verirdi bahçeye çıkmama. Bu yüzden çocukluğumu tam anlamıyla yaşayamadım. Lise yıllarımda okuldan sonra arkadaşlarımla bir parka gittik. Salıncağa, kaydırağa, dönme dolaba bile bindim teker teker. Gökyüzüne uçarken, özgür olduğumu sanıyordum. Ama zaman hızlı geçmiş, arkadaşlarım gitmişti. Saat 5'e kadar kaldığım parktan yaka paça, siyah gömlekli adamlar tarafından eve getirildim. Esin Hanım kollarımdan tutarak demir parmaklıklardan kapısı olan odama itti. "Bir daha geç kalmak yok!"
Ben, kendi evimde, kendi odama zorla hapsedildim.

Bir şeyler kırılır bazen içimizde, dokunamayız hiçbir yere. Elektrik çarpmış gibi oluruz, dokunduğumuz her şeye zarar veririz. Zarar verdim ona, kırmaktan korktuğum adama düşüncesizliğim zarar verecekti. Yüzüne bakarsam kırılır, dökülür, yok olur gibiydi. Başımı kaldıramıyordum, vicdanımın altında ezilmekten başka çarem yoktu. 10 dakika sonra toparlanıp notun altındaki kitaplara baktım, İzmir ise ne olduğunu sorguluyordu.
"Ne demek oluyor bu?" Cevap verebilmem için benim de anlamam gerekiyordu. Kutunun devamında imzalı kitaplarım vardı, altına doğru bi gazete parçası buldum. Gazete parçası değilmiş aslında, ölüm fermanından hallice. Kocaman puntolarla yazan,
Ünlü İş Adamının Kızından Soçi Sürprizi.
Altında ilk geldiğimde, darmadağın bir halde sarıldığımız fotoğraf.
Kalbim atmıyor, tam şu an kalbim atmıyor. Bu sefer zaman değil kalbim gerçekten durdu, ölüyordum sanırım. Gazete parçasını elimden çekip aldı İzmir. Bakamadım yüzüne, özür dileyemedim. Okudu, tekrar tekrar. Emin olamadı belki de, inanamadı. Biraz sonra başını kaldırdığını hissettim, ağlıyordum karşısında.
"Özür dilerim, ben, özür dilerim." diyebildim hıçkırıklarımın arasından. Özür dilemememi söylemişti oysaki. Annemlerin enkazında boğulacaktık. En akla gelemeyecek, en kötü durumdaydık. Ben, İzem Kaya. Hayatımın uçurumundaydım. İçimdeki huzurumu bozan dürtü haklı çıkmıştı. Ama karar onun değildi, kararı yaşamını kendisine bağlayan bir kızı reddetmeyen İzmir verecekti. Ya aşağı itip içimdeki ormana son verecekti gözleri, ya da çekip savaşmayı kabul edecekti. Kim benimle savaşmayı kabul eder ki, bu kadar belirsizliğin arasında? Ne zaman, ne olacağını bilmeden, devamlılık sürdürmeden savaşmaktı benim ki. Geleceğim içindi, hapis kalmamak içindi. Özgürlük için savaşmaktı. Annesinden nefret bile etmeyecek bir kızın savaşıydı. Ve bu savaşın olup olmayacağı da bana bağlı değildi. Bakışımı dikleştirdim, ağlayarak yüzüne bakıyordum artık. İyi ya da kötü bir şey söylese de kurtulsaydım. Bir şey söylemesi için yalvaracak haldeydim. Bir gazeteye bir bana bakıyor, tam konuşacak gibi oluyor, geri susuyordu. Nefesim kesiliyordu...

O kadar zor ki belirsiz kalmak. Bilinmezler yıkarmış insanı. Son gücümle tekrar baktım yüzüne. Düşünmek istemiyordum artık, duymak istiyordum. Beni anladı dedim, yüzüme baktığı sırada. Sadece dokuz harf çıktı ağzından. Galiba, devam ediyoruz. Galiba aşağıda değiliz, geri çekildik. Bana, belirsizliğin derecesini düşüren iki kelime, bir soru işareti...
"Kimsin sen?"
Onun sesi ile yankılandı bu cümle kafamın içinde milyonlarca kez. Sahi ya, kimdim ben onun için, kim olmalıydım ya da? En başta cevaplamamız gereken tek soru buydu aslında, onun geçmişini öğrenmeden cevaplamam gereken soru:
"Kimsin sen?"

SONSUZHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin