Başlamadan önce kapak resmini açıklamak istiyorum. Saatlerce aramadım, karşıma çıkan üçüncü resimdi. Bir bağı da yok konuyla fakat aklımda "dudaklarının kanayacağını bile bile gül yeme fikri" fazlasıyla tomarry hissi uyandırdı. Papatya değil, dikenleri olan güller. Bu yüzden seçtim.
Veee bu hikayeyi primavera97'ya adıyorum. <3
----
"Bunu sonsuza kadar sürdüremezsin. Harry, kendine gelmelisin."
Artık gününün bir parçası haline gelmiş cümleleri işittiğinde dudakları alayla kıvrılmıştı. Ne tuhaftı şu an gülüyor olabilmesi. O herkesin öve öve bitiremediği Harry Potter her kimse gelip yerine geçmeliydi. Çünkü kendisi bir hiç gibi hissediyordu. Kocaman, hiçbir amacı olmayan bir hiç. Dudaklarını ısırdı dikkatini dağıtmak için. Hava almak için getirildiği bu yerde kendisini boğuluyormuş gibi hissediyordu. Kendisinde miydi sorun? Buradaki herkes birini kaybetmişti, en sevdiklerini. Kendisi neden devam edemiyordu? Etmek istiyor muydu? Ne istediğini bilmiyordu. Hiç sorulmamıştı ki düşünsün bunu! Omuz silkip ayaklanmış, sonbahar havasını içine çeke çeke yürümeye başlamıştı partinin dışında. Kimse tanımasın diye yere bakmalıydı ama gözleri gökyüzüne bakmak istiyordu. Bu isteğini pek gerçekleştirmezdi. Kendini suçlu hissederdi o yıldızları özlem duyduğu ruhlarla eşleştirdiği için. Sonbaharı da pek sevmezdi ama yürüyordu işte. Ne karmaşık biriyim ben diye alayla gülümsedi kendisine. Bir o kadar da basit hissediyordu. Seçimleri önceden yapılmış biri, herkesin yerinde olmak isteyeceği biri. Yürürken biri böyle demişti arkasından. Koşa koşa evine gitmiş, hisleri uyuşana dek dudaklarını hapsetmişti içkiye. Kendisini öldüren zihnini arkadan bıçaklayan o içkiler belki de tek dayanağıydı bu günlerde. Tek sorun zihni kedileri bile geçmiş ölümsüzlüğünü ilan etmişti. Bu yüzden her gece öldürmesi gerekiyordu. Ve artık geceler de yetmiyordu. Herkesin kurtarıcısı, Voldemort'u yok eden Harry Potter bir alkolik olmuştu, bak sen şuna! Kahkaha atmıştı yankılanırken sesi. Ardından bir iç çekiş. Nereye gelmişti? Kaybolsa, sevinirdi. Artık bilmek istemiyordu. Bir sonraki adımı düşünmeden yaşamak istiyordu ya da ne geleceğini bilmeden. Bu yüzden fısıldamıştı adımlarına, kaybolalım. Lütfen. Mutlu bir yere götürsen bizi? Neresi bilmiyorum. Benim zamanım olmadığı kesin.
Yürütmüştü. Ay ışığı nereye düşerse adımları ilerlemişti o çizgide. Üşüdüğünü hissettiğinde kendisini gülümserken bulmuştu. Mutlu ediyordu onu, rüzgar diyelim uçuşan yalnızlığa, sarıldığında mutluydu.
Adımları bir çeşme önünde durduğunda, parmakları taşların üzerinde geziniyordu. Ne güzel bir çeşmeydi bu. İtalya'ya gitmemişti ama oradakileri anımsatıyordu. Fazla mutlu bir yerdi, oraya gitmesi kulağa komik geliyordu. Bence herkes, hayatının bir yarısını onun uğruna harcadığı, kaybettiği Voldemort da İtalyan olmalıydı. Güldü bu fikre. Zihninin bu anlamsız senaryolarını ilk kez görüyor değildi. Kimseden çekineceği yoktu hem kim okuyacaktı zihnini?
Saçlarını bir iki kere sallamış, çeşmeye daha çok yaklaşmıştı. Dizlerinin üzerinde dudaklarını tadını merak ettiği akıntıya uzatmıştı. Gözleri kapanırken, tatlı tadın çenesinden aşağıya kayıp bedenini ıslatması bile çekilmesine neden olmamıştı bu soğuk havada. Tek istediği daha çok içmekti, tek yudumu bile ziyan etmeden.
Parmaklarının değdiği taş parçalarına kaydığında gözü, ay ışığı bir fırça gibi gezinmiş, Latince sözleri okunur kılmıştı.
"Kalbin inkar ettiği yerde zihnin ele verir kendini. En karanlık anlar kucaklaşır gün her başladığında. Korkuların arzularla birleşmesi bir nefes uzağında."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
wait by the river | tomarry
Novela JuvenilRüzgar onu nereye sürüklerse oraya süzülen, hiçbir gücü bulunmayan yaprak parçasına kaydı gözleri. Ne çok benziyoruz birbirimize, güldü bu benzerliğe. Bir isim vermek istedi o yaprağa ve sahiplenmek. Ardından bu fikirden vazgeçti. İsimsiz olmak özg...