"belediyenin tüm hoparlörlerinden müzeyyen çalınsın."
oğuz kendi kendine konuşurken diğer yanında oturan çocuk omzuna dokundu. oğuz iyice ocağa ve gençlere alışmış, hatta buranın müdavimi olmuştu.
"ulan şarkılardan alıntı yapıp durma be oğlum." eser küçük sırıtışla diğerine laf attı. oğuz ise hiçbir şey demedi, omuz silkip hınzırca gülümsedi. aralarındaki yaş farkına göre iyi anlaşıyorlardı. yangının üstünden neredeyse iki hafta geçmiş, ocak başka bir yere taşınmıştı ve düzen yeni yeni oturuyordu.
iki hafta boyunca serhan ocağın taşınma işleri ile ilgilendiği için ortalıkta görülmemişti. abisine sormak için kıvransa da, sorarsa çok göze batacağını düşünüyordu. şimdi ise yine o yoktu.
gözlerinin onu aramasından nefret ediyordu. etrafta onu göremeyince endişe ile çarpan kalbi sinirlerini bozmaktan başka bir şey yapmıyordu. ne ara onu bu kadar düşünür hale gelmişti? kendisi bile bilmiyordu bunu.
serhan onunla kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor olabilirdi. eser yönelimini serhana söylerse, direkt babasının kulağına giderdi ve reis babası öldürmekle kalmazdı, neler yapacağını Allah dahi bilemezdi o an.
korkuyordu. ona çekilip, kapılmak en korktuğu şeydi. "serhan nerede? görünmüyor günlerdir?" buğra içinde büyüyüp duran soruyu çok sıradan bir şekilde sormuştu.
"işleri vardı, çağırdım. gelir birazdan."
sonunda derin bir nefes alabilmişti. diğerlerinin arasında geçen ve hiç anlamadığı "silahlar" meselesine kulak kabarttı.
"ben halledecektim," diye fısıldadı tuğrul. "o kadar silahı almak zor olur benim için."
"reis'in oğlusun sen." ekrem denen adam sertçe söylendi. "biz canımızı veririz de seni ölüme atmayız tuğrul." kendinden emin sesi çok sadık geliyordu. tuğrul ise kirli sakalını kaşıdı. "beni atmadınız ama serhan'ı attınız."
yüreği sıkıştı. ölüme atmak ne demekti? serhan birazdan gelecekti. canlıydı, değil mi? "serhan sadık biri. reis ne isterse onu yapar."
konuşmanın üzerinden saniyeler geçmeden kapıdan giren iri beden, "selamünaleyküm" diye gürledi. serhan, canlıydı. iyi görünüyordu. yüzü gülüyordu. iyiydi. ayağa kalkıp yanına yürümemek için kendini öyle bir tutması gerekmisti ki, avuçlarını oturduğu koltuğa bastırdı.
"paşam, hoş geldin. sen geç otur. bizim küçük bir işimiz var."
serhan cevap vermeden başını salladı ve köşeye oturdu. zaten ocakta sadece buğra, ekrem, oğuz ve tuğrul vardı. dördü de ayaklanınca bir bakış atıp kalktı. "hayırdır, nereye? yardıma ihtiyaç varsa ben de geleyim."
"serhan'la kal aslanım. bir iki saate geleceğiz biz."
daha ağzını açamadan çıkıp gitmişlerdi. ikisini baş başa bırakmışlardı böylece. serhan başını kaldırmadan elindeki tesbihe bakıyordu, konuşmasını bekledi. açıklama yapmasını, neden günlerdir olmadığını anlatsın istedi. ama çıt cıkarmıyordu.
"neredeydin?" dayanamayıp sertçe söyledi. neden olduğunu bilmediği bir şekilde sinirliydi. sanıyordu ki, serhan'in böyle uzak olacağını beklemiyordu. hiç mi merak etmemişti kendisini?
diğeri başını kaldırdı, bacakları iki yana açılmış bir şekilde oturuyordu. yüzü durgundu, kaşları çatıldı ilk önce. bir şeyler düşünüyor gibiydi. sonra başını iki eli arasına aldı. savaşı içindeydi ve eser ne olduğunu anlamıyordu. kendisiyle olan mücadelesini bitirmesini bekledi. birkaç saniye sonra durdu. "eser," diye fısıldadı. "yalvarırım yapma."
"ne?" diyebildi sadece. yangından sonra kapısına gelen oydu, "yangın sayılır." diyen, kolyesini bulup getiren kendisiydi. şimdi neden her şey eser'in eliyle olmuş gibi davranıyordu? serhan ayağa kalkınca, onu taklit etti. "biliyorsun," dedi serhan bu kez. " bu doğru değil, biliyorsun."
sırıttı. serhan'ın çaresiz gözlerini görmüştü. "kendi kafanda ne kurdun bilmiyorum ama ben seninle yanlış olan hiçbir şey yapmadım."
yürüyüp dibinde durdu. "kapına gelmedim, kolyeni saklamadım. ben.." bunu söylemeden önce omzuna parmağı ile sertçe bastırdı. "seninle-"
cümlesini tamamlayamadan serhan'ın dudaklarından kopan acı dolu inleme ile duraksadı. "ne oluyor?" elini bu kez daha hafif bir şekilde aynı yere dokundurdu. bandaj olduğu belli olan bir kabarıklık duruyordu.
" bu ne?" serhan bir adım geri çekildi. yüzü buruşmuş, elleri yumruk haline gelmişti. "serhan bu ne dedim!"
"vuruldum."
''
tuğrul serhan'ın zorla tedarik ettiği silahları yanındaki gençlerle güvenli bir depoya teslim ettikten sonra onlardan ayrılmış ve buluşmak için sozleştiği mahalleden uzak binanın önüne gelmişti. üçüncü kattaki daireye ulaşmak için merdivenleri hızla çıktı. uzun süreden sonra bunu yaptığına o da inanamıyordu. eski çelik kapıyı tıklattı.birkaç saniye sonra aralanan kapının arkasında taylan vardı. ufak bedeni karşısında görünce sersemlediğini hissetti.
"girmeyecek misin?" siyah rugan kunduraları çıkarıp içeriye adımladı. arkasından kısık ses "çıkarmana gerek yoktu." dese de umursamadı. tartıştıkları günün ardından gizli gizli buluşmaya başlamışlardı. tuğrul eğilip beyaz boynu sıkıca öptü.
taylan öpücüğü kabul etse de rahatsız olmuş gibi ellerini diğerinin göğüslerine koydu. "bıyıklarından nefret ediyorum, pis ülkücü."
ince beli kavrayıp kaldırdı. "keseyim yavrum?" diye dalga geçmeyi ihmal etmemişti. taylan'ın üzerinde omuzlarını ve bacaklarını açıkta bırakan bir gömlek vardı sadece. tuğrul gözleriyle süzmeye devam edince "senin gömleğin." diye açıklama yapma gereği duydu.
tuğrul ise koltuğa oturmuş ve belindeki deri kemeri gevşetmişti. küçüğü kalçasından tutup kendine çekti. taylan sevgilisinin iki bacağının arasında ayakta duruyordu. tuğrul ellerini yeni tüylerden arınmış beyaz bacaklarda gezdirirken hırıltılı sesiyle söylendi. "taylan, yüzüme otur."
''
selam kız
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ülkü ocağı (bxb)
Historia Corta"orası benim yerim." elindeki çay bardağını sağa sola yavaşça salladı, içindeki koyu renkli sıvı sıçrarken hafif sırıtışı bebek suratına yerleşmişti. "şimdi, oturursam ne olacak?" dedi, oyuncu tavrı ortamı sarmalamıştı. bıyıkları dudaklarının kena...