1. Bölüm

32 3 1
                                    

Asla dönmeyeceğim diye ardıma bile bakmadan kaçıp gittiğim kasabadan ayrılırken cebimdeki gönül yorgunluklarım ve yüreğimdeki umutlar bana yol göstermişti geçen uzun yıllar boyunca. Şimdi istikametim tersi yöneydi, bu sefer yüreğime gönül yorgunluklarım yerleşmiş, ceplerim ise bomboştu. Asla dememek gerek diyenler vardı etrafımda, onlara ve kendime inatla asla dedikten sonra bir güzel yutanlardanım işte. Başaramamıştım, tüm çabalara rağmen. Hayat benden daha tecrübeli, ben ise hala akıllanmamış çaylak...

Şehir merkezindeki otogar hiç bitmeyen kalabalığı ve gürültüsü ile yine beni karşılıyor. En son arabaya binmek istesem de öyle bir seçenek için fazla yorgun olduğumu farkediyorum. Dönüş için isteksizim ama mecburiyetlerim oldukça fazla. Bir an önce yolculuk çilesini bitirmek zorunda olduğumu hissediyorum, gidip bir yastığa başımı koyabilme isteği kaçıp gitme isteğimden daha ağır geliyor.

Bulutların yağdı yağacak grilerinin altında yolculuk yapmaya başladığımda havadaki bun da işimi hiç kolaylaştırmıyordu. Etrafımdaki yolcuların garip bakışları arasında kendimi iyice ayrık otu gibi hissederken bir de ağlama nöbeti ile kendimi taçlandıramayacaktım. Bir valiz bir çanta ile ayrıldığım kasabadan yine bir valiz ve bir çanta ile kasabaya dönüyor, muhtemelen araçtaki kimse tarafından tanınmıyordum. Aslında tanınmak da isteyen bir yanım yoktu. İyice yabancılaşmıştım doğduğum topraklara, insanına, havasına...
Salına salına giden, bulduğu ya da canının istediği her yerde duran şoförümüz sayesinde normalin iki katından daha fazla süren yolculuk sonunda bitmişti. Kendince daha fazla yolcu alma çabasında olan şoför kesesine girecek olan paranın hesabını yaparken, yolcuların hesabı ise başka başkaydı. Benim hesabım giderken bıraktıklarımı bulabilme umudu ile görünmeden yatacak bir yatak bulma isteği arasında gidip, geliyordu. Hesap kitap işim bu kadar uzun süren yolculukta bile bitmedi, belki de bitirmek istemedim. Terminalin ortasında yükselen kule hala bıraktığım gibiydi. Küflü peynir yeşili rengi hiç değişmemişti benim duygularımın aksine.
Küflü peynir yeşili diye bir renk var mı bilmiyorum ama babam ile ilk kez şehre gitmek için geldiğimizde bu terminalin sembolü haline gelen kulenin yanına geldiğimizde babam bana:
- Ne renk bu kule Zeynep? Dediğinde cevabı hemen yapıştırmıştım:
- Ne renk olacak baba, küflü peynir yeşili işte. Başka renk mi bulamamışlar da bu rengi sürmüşler kuleye? Ben olsam pespembe yapardım, ne güzel olurdu değil mi baba?
- Güzel olurdu tabi Zeynebim, güzel olurdu.

Hala bulunma amacını ve rengini anlayamadığım kuleye sırtımı verip, iki sokak aşağıdaki baba evine doğru yürümeye başladım. Yerler hafif nemli, havada da toz kokusu ile çam ağacı kokusu karışımı bir koku ile adımlarımı atmaya devam ettim. Bırakırken gördüğüm manzaradan daha farklıydı sokağın, yerdeki kaldırım taşlarının ve evlerin görüntüsü. Küflü peynir renkli kulenin hissettirdiği benzerlik, evlerin rengi ile bile farklılığa dönüşmede hızlanıyordu. Gözümde şimdiden büyümeye başladı geçmek zorunda kalacağım iki tane sokak. Etrafıma bakınmadan adımlarımı ilerletmeye çalışıyorum ki farkedilmeyeyim, birileri tanıdık gelmesin ve ben birileri tarafından tanınmayayım. Ne kadar kaçabilirim ki bu küçücük kasabaya geldiğimin öğrenilmesinden?

Öğrenenler için hissedecekleri duygu sevinç mi hüzün mü yoksa kahır mı olmalı acaba? Bunu kendime bile itiraf etmekten bile korkuyorum aslında, beklediğim duygunun ne olduğunu dile bile getiremiyorum.
Çocukken ip atladığımız boş arsanın olması gereken yerden geçerken yeni boyalı, güzel pencereli evlerle yer değiştirdiğini görüyorum hayretle. Bu arsa bile bekleyememiş beni ve dönüşümü. Arsa niye beklesin ki beni deli miyim ne? Çok da akıllı olduğum söylenemez aslında. Akıl tutana veriliyordu değil mi? Benim de verilen aklı tutma gibi bir meziyetim yoktu maalesef. Babacığımın kulağıma fısıldadığı sözlerden bir düştü zihnime akıl demişken; akılsız başa söz kar etmez, lezzetsiz aşa tuz kar etmez. Ne de güzel bilirmiş evladının huyunu suyunu da verdiği öğütler tam bana göreydi de takıvermemiştim o öğütleri kulağıma küpe diye. Nasıl da lezzetsiz bir aşa dönüşüvermişti hayatım hem de en tatsızından.

Birinci sokak bitince yanlış yolda yürüdüğümü düşünüp, hemen ardıma dönüp baktım ki o küflü peynir yeşili kule hep görmeye alışkın olduğum cephede sağ tarafındaki yarım daire şeklindeki pencerelerinden dalga geçer gibi bakıyordu işte bana. Ne haber yine buradasın ve ben yine seni bu pencerelerden görebiliyorum dermiş gibi. Kendi kendimi hırpalama seansımdan sıyrılıp, yürümeye devam ettim. Köşeyi dönünce görmeye alışkın olduğum Bakkal Hikmet'in yerinde durduğunu ancak adının Mini Market Hikmet olarak değiştiğini okuyunca çok da şaşırmadım aslında. Saçımdaki griler bile yoktu ben giderken, şimdi ise o kadar çoklar ki sayamıyorum... En azından Hikmet'i kalmış bari diyerek üst katına bakınca balkona kadar uzanan pembe begonyaları görünce gülümsemeden edemedim. Pembe begonyalı ev duruyordu işte. Değişmemiş, o günlerdeki gibi...

Değişmeyen bir şeyler mi arıyordum yoksa hatırlamaya mı çalışıyordum zihnimde kalan kırıntıları; açıklaması da yoktu aslında beynimde. Bir bina ötede Ayşe Teyzenin mavi panjurlu evi de sarılı turunculu bir apartmana evrilmiş, çok katlı şehir evlerinden birine dönüşmüştü işte. Büyük şehre giderken şehrin de buralara gelebileceğini bilememiştim. Ardı ardına dizilen evler de çok farklı değildi. Sokağın sonunda ulaştım doğduğum, doyduğum, ağladığım ve güldüğüm eve.

Bahçesindeki asmalar duvarın dışına taşmıyordu artık, kayısı ve erik ağaçlarının da dallarının kuruduğunu görünce doldu gözlerim. Bıraktığım gibi bulamamıştım baba evimi. O da terk edilmiş, yalnız kalmış ve bakımsızdı tıpkı benim gibi, belki de ben o ev gibiydim...

Mavi boyalı bahçe kapısının anahtarını kilide takmadan dökülen boyalarına ve paslanan yerlerine ellerimi sürdüm. Hepimiz eskisi gibi olabilecek miydik? Eski neşeli ve parlayan günlerimize dönebilecek miydik eksilenlerimizle? Bu kapı da ben gibiydi, terk edilmiş ve kimsesiz. En iyi can yoldaşlarımı bulduğumu düşünerek anahtarı kilide taktım gözyaşlarımı silerken. Açtığım kapıdan içeri süzülünce rüzgar çarpmış gibi hızlıca kapatıp, sırtımı yasladım. Gözlerim kapalı bir şekilde hazmetmeyi bekledim, dönüşümü. Ağır ağır açarken gözlerimi bakımsız bahçe ve dış sıvaları dökülmüş iki katlı baba evimle karşılaştım. Ne cansızdı burası, kanı, canı neşesi çekilmiş gibi. Hemen kapının önündeki verandada annem ve komşu teyzelerin şen şakrak sohbetlerini, çocukların ağaç tepelerinde meyve yeme çabalarını, genç kızların bahçedeki uzun salıncakta kıkırdayarak yaptıkları dedikoduları ne kadar uzaklaşmıştı benden... Sahi önce ben kaçmıştım bu huzur bulduğum evden aileden, sokaktan, mahalleden ve ...

Sonunda başlangıç noktasındayım işte; eksildiklerimle ve edinebildiğim eksik gedik tüm iyi, kötü tecrübelerle. Fazla kalıcı değilim burada diye dönüşümde sadece bir valizle geldiğim bu ev, beni daha fazla tutabilir miydi ki? Kalmaya cesaret edebilir miyim bunca yükümle, yorgunluğum ve cam kırıklarımla? Verandaya çıkmak için kullandığımız merdivenin üçüncü basamağına kadar adımlayıp, gördüğüm iki harf ile çöküverdim o üçüncü basamağa. Z- E. Beni yine durdurdu bu iki harf. Babam merdivenler kar yağdığında kaymasın diye arada tırtıklı çimento sürer ve bizden kenarlarına istediğimiz harfleri yazmamızı söylerdi. Seneye tekrar yaptığımızda aynı harfleri mi yazacaksınız bakalım derdi bir de Ben gitmeden önceki sonbaharda yazmıştım bu iki harfi Z ve E. Neden diye kimse sormazdı kimseye. Sadece yazardık ve bir sonraki sene ise babam tekrar yapardı merdiven çimentosunu yenileme işini. Ben gittikten sonra hiç yapmamış çimentolamayı babam ya da merdivenlerimiz hiç kaymamış benden sonra... Sahi hiç kaymamış mıdır?

Dişlerimi sıka sıka ağlarken ellerimi sürdüm o iki harfe, Z ye mi üzüldüm. E ye mi yoksa benden sonra çocuklar kaymasın diye çimentoya dahi elini bile sürememiş olan babama mı ? En çok babama ağladım, ben yanarken etrafımdakilerin yandığını göremeyen kör olan gözlerime, duymayan herkese sağır kalan kulaklarıma saydırdım işte. Bir tek ben mi vardım bu dünyada acı çeken Zeynep diyememiştim de bildiğimi okumuştum işte.

YOLUN SONUNDAYIZHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin