basliyorum

92 1 0
                                    

General MacArthur kompartımanın penceresinden dışarı bakıyordu. Tren aktarma
yapacağı Exeter istasyonuna gelmek üzereydi. Şu lanet olası ara trenleri de ne kadar ağır
gidiyordu. Aslında şu Zenci Adası denilen yer hiç de uzak bir yer değildi.
Owen'in kim olduğunu tam olarak kestiremiyordu. Deniz aşırı ülkelerden birinde
edindiği bir arkadaş olabilirdi.
"...Silah arkadaşlarınızdan birkaçı da gelecek. Eski günlerden söz etmekten
hoşlanacağınızı sanıyorum," yazılıydı aldığı mektupta.
Eski günlerden söz etmek hoşuna giderdi tabii. Son zamanlarda herkesin kendisinden
kaçmakta olduğu duygusuna kapılmıştı. Bunun nedeni çirkin bir dedikoduydu. Üzerinden
bunca zaman geçtiği halde hâlâ unutulmamıştı. Otuz yıl oluyordu neredeyse. HerhaldeArmitage gevezelik etmişti. O Tanrı'nın belası kukla, o iş hakkında ne bilebilirdi ki? İnsan
bazen her şeyden kuşkulanıyordu. Sanki sırrını herkes biliyormuş gibi geliyordu generale.
Zenci Adası herhalde ilginç bir yerdi. Hakkında bir sürü dedikodu dolaşıyordu. Ayrıca,
söylenenlere bakılırsa, Amirallik Dairesi ya da Hava Kuvvetleri adayla ilgilenmekteydi.
Amerikalı milyoner genç Elmer Robson milyonlar harcayarak adada bir köşk
yaptırmıştı. Evin son derece lüks olduğu söylenmekteydi.
Tren Exeter'e gelmişti. Aktarma için bir saat beklemek gerekiyordu, ama general Zenci
Adasına bir an önce varmak için sabırsızlanıyordu.
VI
Dr. Armstrong, Morris marka otomobilini Salisbury yolunda sürüyordu. Oldukça
yorgundu... Başarısının karşılığını yorgunlukla ödüyordu. Bir zamanlar Harley Street'teki
modern muayenehanesinde saatlerce hasta bekler, başarıya ulaşıp ulaşamayacağını
endişeyle düşünürdü.
Ama sonunda başarıya ulaşmıştı. Artık bütün günleri doluydu. Kendine çok az vakit
ayırabiliyordu. Bu ağustos sıcağında Londra'dan ayrılıp adaya gittiğine seviniyordu. Tatile
gitmiyordu aslında. Bay Owen adında birinden oldukça belirsiz bir ifadeyle yazılmış bir
mektup almıştı. Mektubun içinden de yüklü bir çek çıkmıştı. Owen'ler para içinde
yüzüyorlardı besbelli. Küçük bir dertleri vardı. Bayan Owen'in sinirleri çok bozuktu.
Kocası, onun iyi bir doktor tarafından muayene edilmesini istiyordu.
Sinir... Doktorun kaşları yukarıya kalkmıştı. Şu kadınların siniri... Neyse, pek işine
yaramıyor da değildi. Tedaviye gelen kadınların yarısından fazlasının can sıkıntısından
başka bir dertleri yoktu. Ama, bunu onlara söylese kızarlardı. Bu yüzden uygun bir teşhis
konması gerekiyordu. Pek sık rastlanmayan uzun ve karışık bir hastalık adı uydurulacak,
önemli bir şey olmadığı konusunda güvence verilecek, basit ve kısa bir tedavi gerektiği
söylenecekti.
On beş yıl önce başına gelen o olaydan sonra kendini iyi toparlamıştı. Tehlikeden iyi
sıyrılmıştı. Bütün geleceği berbat oluyordu az daha. Geçirdiği şok onu kendine getirmişti.
İçkiyi tamamen bırakmıştı o yüzden. Gerçekten büyük bir tehlike atlatmıştı. Hem de...
Kafasındaki düşünceler Dalmain marka bir spor otomobilin kulaklarını yırtan sesiyle
dağılıverdi. Otomobil yanından hemen hemen 130 kilometre hızla geçip gitmişti. Dr.
Armstrong az daha hendeğe yuvarlanıyordu. Hızlı araba kullananlardan nefret ederdi.
Neredeyse kaza çıkacaktı şu hız delisi budalanın yüzünden.
VII
Tony Marston altındaki spor arabayı daracık yolda son hızla sürerken bir yandan da
kendi kendine düşünüyordu. "Kaplumbağa gibi giden arabalar artık yollarda ciddi bir
tehlike haline gelmeye başladı. Yavaş gitmeleri bir yana, hep yolun ortasından gidiyorlar.Zaten İngiltere'de araba kullanmak zevkli bir şey olmaktan çıktı. Fransa gibi değil burası.
Orada insan gaz pedalına sonuna kadar basabiliyor."
Şurada durup bir şey içse miydi? Sadece 160 kilometrelik yolu kalmıştı. Soğuk bir bira
içecek kadar vakti vardı pekâlâ. Hava da öyle sıcaktı ki...
Şu adada mutlaka iyi vakit geçirecekti. Tabii, hava böyle devam ederse. Owen'ler
kimdi, çok merak ediyordu. Belli ki çok zengindiler. Bedger böylelerinin kokusunu
almakta ustaydı doğrusu. Böyle olmaya da zorunluydu. Meteliği yoktu çünkü...
Herhalde kilerlerinde iyi içkileri vardı. Sonradan zengin olanlar, paralarını nereye
harcayacaklarını bilemezlerdi. Buna öteden beri hayret ederdi. Gabrielle Turl'un Zenci
Adasını satın aldığı haberinin doğru olmadığına üzülmüştü. Sinema dünyasının
insanlarıyla bir tatil geçirmeyi çok isterdi.
Neyse, gittiği yerde işe yarar cinsten birkaç kız bulabilirdi belki. Birasını içtikten sonra
yol kenarındaki dükkândan çıktı. Esneyerek duru mavi gökyüzüne baktı ve spor
otomobiline bindi.
Birkaç genç kadın onu hayran hayran süzüyorlardı. 1.80 boyunda, vücudu biçimli,
yanık tenli, mavi gözlü ve oldukça yakışıklı bir adamdı.
Ayağını debriyajdan çekerek gaza bastı, araba dar yola saldırdı. Yol kenarında oynayan
çocuklar kendilerini hendeğe attılar.
Anthony Marston yeni başarılara doğru hızla ilerliyordu...
VIII
Bay Blore, Plymouth'tan kalkan posta trenine binmişti. Kompartımanda ondan başka
sadece bir yolcu vardı. Eski bir denizci olduğu giyinişinden ve her halinden anlaşılan bu
yaşlıca adam bir süredir uyuyordu.
Blore elindeki not defterine dikkatle bir şeyler yazmaktaydı. Kendi kendine: "Hepsi
tamam," dedi. "Emily Brent, Vera Claythorne, Dr. Armstrong, Anthony Marston, ihtiyar
Yargıç Wargrave, Philip Lombard, General MacArthur, uşak ve karısı; yani Bay ve Bayan
Rogers."
Not defterini kapatarak cebine yerleştirdi. Karşısındaki köşede uyuyan adama bir göz
atıp, "Sekizden bir fazla oldu galiba," diye düşündü. Yeniden derin düşüncelere daldı.
Yüzündeki mimiklerden birtakım hesaplar yaptığı, daha doğrusu birtakım olasılıkları
hesapladığı anlaşılıyordu.
"Nasıl olsa iş kolay olacak," diye mırıldandı. "Umarım kılık kıyafetim iyidir."
Ayağa kalkıp aynaya baktı.
"Kendime subay süsü verebilirim," diye düşündü. "Hayır, olmaz. O asker eskisi herif
foyamı hemen ortaya çıkarır sonra."
Kendini Güney Afrikalı olarak tanıtacaktı. Adaya geleceklerden hiçbirinin Güney
Afrika ile ilişiği yoktu. Hem Güney Afrika'yı anlatan gezi kitabını da yeni bitirmişti. Bu
konuda bol bol konuşabilirdi.Zenci Adası... Zenci Adasını çocukluğundan anımsıyordu. Martılarla dolu, leş kokan
bir kayalıktan ibaretti. Sahilden bir mil kadar uzaktaydı. Adını sahilden görünen
siluetinden almıştı. Sahilden bakıldığında dolgun dudaklı bir zenci başını andırırdı.
Kalkıp orada bir köşk yaptırmak akıl işi değildi. Bozuk havalarda dayanılmaz bir yer
olurdu o ada. Ama milyonerlerin işine akıl ermezdi ki...
Kompartımanın karşı köşesindeki yaşlı adam uykusundan uyanmıştı. Eski birdeniz
kurdu havasıyla:
"Denizin ne yapacağını, önceden kimse kestiremez," dedi.
Blore başıyla onayladı.
"Hakkınız var. Kimse denizin ne yapacağını önceden kestiremez."
İhtiyar denizci gerindi. Önemli bir sır açıklıyormuş gibi: "Fırtına kopacak yakında,"
diye fısıldadı.
"Sanmıyorum kaptan, hava çok güzel!.."
Kaptan öfkelenmişti.
"Fırtına geliyor. Ben kokusunu alırım fırtınanın."
Blore karşısındakini yatıştırmak için, "Belki de haklısınız," dedi.
Tren bir istasyonda durdu, ihtiyar denizci ayağa kalktı. Koyu bir İrlanda şivesiyle, "Ben
burada iniyorum," dedi ve kompartımanın kapısına doğru ilerledi. Kapıda elini kaldırarak
Blore'u selamlarken bir yandan da göz kırptı. "Dikkatli ol. Duayı ihmal etme, kıyamet
günü yakın." Bir an kapıda kayboldu, sonra geriye dönerek Blore'a "Sana söylüyorum,
delikanlı. Hesap günü çok yakın!" dedi ve tekrar gözden kayboldu...
Blore şaşkın şaşkın, "Hesap verme gününe sen herhalde benden daha yakınsın," diye
söylendi. Oysa çok yanılıyordu.Birinci Bölüm
I
Küçük bir grup, Oakbridge istasyonunun önünde bekliyordu. Arkalarında, ellerinde
bavullar bulunan birkaç hamal vardı.
Hamallardan biri, "Jim!" diye seslendi.
Yol kenarında duran taksilerden birinin şoförü otomobilden dışarıya çıkarak yanlarına
yaklaştı.
Tatlı bir Devon aksanıyla, "Zenci Adasına gidecekler siz olmayasınız?" diye sordu. Bu
soruyu dört kişi birden yanıtlamaya hazırlandı, sonra hepsi birbirlerini dikkatle süzmeye
başladılar. Şoför, grubun en yaşlısı görünen Wargrave'e baktı: "Sizin için iki taksi
hazırlandı, efendim. Birinin Exeter'den gelmekte olan postayı beklemesi gerekiyor. Beş,
on dakikaya kadar gelir. İçinizden biri herhalde bu otomobilde kalmakta bir sakınca
görmez. Böylece daha rahat yolculuk edersiniz."
Vera Claythorne hemen sekreter havasına bürünüp söze karıştı.
"Ben beklerim." Öteki üç kişiye bakıyordu. Bakışlarında ve ses tonunda, ev
sahiplerinin adamı olmanın verdiği güvenden çok bir emir sezilmekteydi. Sanki okul
bahçesinde öğrencilere oynayacakları oyun hakkında talimat veriyormuş gibiydi.
Bayan Brent ağırbaşlılıkla, "Teşekkür ederim," diyerek taksiye bindi.
Onu Yargıç Wargrave izledi.
Yüzbaşı Lombard, "Ben sizinle birlikte bekleyeceğim hanımefendi," dedi.
Vera, yüzbaşıya, "Adım Vera Claythorne," diye karşılık verdi.
"Benimki de Lombard. Philip Lombard."
Hamallar bavulları taksiye yüklemeye başlamışlardı. Otomobilin içinde ilk söze
başlayan Wargrave oldu:
"Yolculuğumuz çok güzel bir havaya rastladı."
Bayan Emily Brent cevap verdi:
"Gerçekten öyle."
Bayan Brent içinden, "Çok efendi bir adam," diye geçiriyordu. Deniz kenarındaki
konukevlerinde sık sık rastlanılan tiplerden değildi. Bayan Oliver'in dostlarını iyi seçtiği
anlaşılıyordu...
"Bu tarafları iyi bilir misiniz?" diye sordu yargıç.
"Cornwall ve Torguay'de bulundum. Ama, bu Devon'a ilk gelişim."
"Bu tarafları ben de biraz bilirim."
Taksi hareket etti. İstasyonda kalan taksinin şoförü sordu.
"Otomobilin içinde beklemek istemez misiniz?..."Vera hemen yanıt verdi: "Tabii."
Yüzbaşı Lombard gülümsedi. "Bence şu duvarın gölgesi çok daha uygun. Yoksa
istasyona girip soğuk bir şey içmek mi isterdiniz?"
"Hayır, teşekkür ederim. Tren yolculuğu beni öyle yordu ki."
"Hakkınız var. Bu havada tren yolculuğu epey yorucu oluyor."
"Ümit ederim böyle gider. Yani hava demek istiyorum. İngiltere'de yazlar oldukça
sürprizli geçer, bilirsiniz."
"Bu taraflara önceden gelmiş miydiniz?"
Vera Claythorne, "Hayır, ilk gelişim," dedikten sonra durumunu bir an önce belirtmek
için hemen ekledi. "Henüz patronumu bile görmüş değilim."
"Patronunuz mu?"
"Evet, ben Bayan Owen'in yeni sekreteriyim."
"Şimdi anladım." Philip Lombard'ın davranışları hemen değişmişti. Kendine güveni
artmış, ses tonu daha samimileşmişti. "Biraz garip değil mi?" diye sordu.
Vera güldü.
"Hayır, bence hiç garip değil. Eski sekreter aniden hastalanmış. İş bulma kurumuna
bir telgraf çekerek geçici bir sekreter istemişler. Onlar da beni yolladılar."
"Demek öyle. Peki, ya oraya vardığımız zaman işi beğenmezsiniz?..."
Vera tekrar güldü:
"Eninde sonunda geçici bir iş. Benim asıl işim bir kız okulunda. Hem Zenci Adasının
nasıl bir yer olduğunu çok merak ediyorum. Hakkında gazetelerde o kadar çok şey
okudum ki. Gerçekten çok güzel bir yer mi?"
"Bilmem. Ben de hiç görmedim."
"Ya, sahi mi? Owen'leri de çok merak ediyorum. Nasıl insanlar? Anlatsanıza bana."
Lombard bir an düşündü. Acaba Owen'leri tanıyor görünmesi daha mı iyiydi. Sonra
sözü değiştirmek için birdenbire, "Dikkat kolunuzda bir örümcek yürüyor," dedi. "Hayır,
kımıldamayın." Eliyle bir şeyi kovarmış gibi bir hareket yaparak, "İşte gitti," dedi.
"Çok teşekkür ederim. Bu yaz ortalıkta çok örümcek var."
"Evet, sanırım sıcaktan hepsi ortaya çıkmışlar. Kimi bekliyoruz biliyor musunuz?"
"Hiçbir fikrim yok."
O sırada istasyona yaklaşan bir trenin sesini duydular.
Lombard, "Beklediğimiz tren bu olacak," dedi.
İstasyonun çıkış kapısında uzun boylu, asker tavırlı, yaşlı biri belirmişti. Kırlaşmış
saçları kısa kesilmişti, yüzünü düzgün bir beyaz bıyık süslemekteydi. Büyük deri bavulun
ağırlığı altında ezilmiş olan hamal, Vera ile Lombard'ın yanına doğru seğirtti.
Vera ev sahibesi havasıyla ilerleyerek, yeni gelen adama, "Ben Bayan Owen'in
sekreteriyim. Otomobil sizi bekliyor," dedi, sonra ekledi. "Sizi Bay Lombard'la
tanıştırayım."
Yeni gelen adam, yaşından umulmayacak bir canlılık ve çabuklukla Lombard'ı süzdü.
Zeki bakışlı, mavi gözlerinden, ne düşündüğünü anlamak olanaksızdı.Üçü de bekleyen taksiye bindiler. Oakbridge'in tenha sokaklarından geçtiler ve
Plymouth'a giden ana caddede yol aldılar. Sonra iki yanı yeşilliklerle kaplı dar bir toprak
yola saptılar.
Uzun bir sessizlikten sonra ilk konuşan General MacArthur oldu. "Devon'un bu
taraflarını hiç görmemiştim. Benim ufak arazim Doğu Devon'da, tam Dorest sınırındadır."
Vera Claythorne, "Burası gerçekten çok güzel bir yer. Tepeler, kırmızı toprak ve yeşillik
öyle iç açıcı bir manzara oluşturuyor ki..." diye karşılık verdi.
Philip Lombard kötümser bir ses tonuyla, "Ama biraz engebeli bir yer... Ben insanın
karşısına çıkacak şeyleri önceden görebileceği, açıklık yerleri severim," dedi.
General MacArthur: "Çok yer gezdiniz mi?..." diye sordu.
"Epey dolaştım, efendim."
Lombard kendi kendine, "Şimdi bana savaşa katılıp katılmadığımı soracak," diye
düşündü.
Ama General MacArthur savaştan hiç söz açmadı.
II
Bir tepeyi tırmandıktan sonra zikzaklı bir yoldan aşağı inerek Sticklehaven'e vardılar.
Köy gelişigüzel serpilmiş birkaç evden ve sahilde duran birkaç balıkçı teknesinden
ibaretmiş gibiydi.
Güneyde, denizin derinliklerinden fırlamış gibi duran Zenci Adasını batan güneşin
soluk ışıkları altında ilk kez görüyorlardı.
Vera hayretini gizleyemedi: "Sahilden bir hayli uzakmış." Zenci Adasını hayalinde çok
daha başka bir biçimde canlandırmıştı. Beyaz ve güzel evlerle dolu, sahile daha yakın bir
yer olduğunu sanmıştı. Adada da hiçbir canlılık belirtisi yoktu. Karşılarında dev bir zenci
başına benzeyen bir kaya parçasından başka bir şey görünmüyordu. Hafifçe ürperdiğini
hissetti.
Küçük Yedi Yıldız hanının önünde üç kişi oturuyordu. Dimdik oturan Bayan Brent'in
ve yargıcın siluetleri uzaktan bile farkediliyordu. İri cüsseli olan üçüncü kişi onlara doğru
ilerleyerek kendini tanıttı.
"Sizi beklemeyi daha uygun bulduk. Hepimiz adaya bir seferde gitmiş oluruz. Adım
Davis. Güney Afrikalıyım, ha, ha, ha!..."
Soğuk bir gülüştü bu.
Yargıç Wargrave adama ters ters baktı. Mahkeme salonunun boşaltılmasını
emredecekmiş gibi bir hali vardı. Bayan Brent sömürgelerde yaşayanlardan hoşlanıp
hoşlanmadığı konusunda bir karara varmaya çalışıyordu.
Davis, "Yola çıkmadan önce biraz dinlenmek isteyen var mı?" diye sordu. Sorusunu
kimse yanıtlamayınca döndü, parmağını sallayarak, "Onları bekletmeyelim o halde.
Herhalde ev sahiplerinin gözleri yoldadır," dedi.
Öbür konukların üzerine garip ve tedirgin bir havanın çöktüğünü farketmişti. Evsahibinden söz etmesi konuklar üzerinde buz gibi bir etki yapmıştı.
Yakındaki duvarlardan birinin dibinde oturan bir adam, yerinden kalkarak onlara
doğru geldi. Kılığından denizci olduğu anlaşılıyordu. Denizden ve rüzgârdan yüzünde sert
hatlar belirmişti. Hafif bir Devon aksanıyla konuşuyordu.
"Adaya gitmeye hazır mısınız, hanımlar beyler? Motor bekliyor. İki kişi daha
otomobille gelecek. Ama Bay Owen, onların ne zaman varacakları kesin olarak belli
olmadığından beklemememi emretti."
Grup ayağa kalktı. Gemici onları taş bir rıhtıma götürdü. Rıhtımda bir motor bağlıydı.
Emily Brent, "Motor çok küçük," dedi.
Teknenin sahibi yatıştırıcı bir sesle, "iyi bir teknedir, hanımefendi," dedi.
Yargıç Wargrave sert bir sesle, "Ama bir hayli kalabalık sayılırız," dedi.
Philip Lombard neşeli neşeli söze karıştı.
"Zararı yok. Hava çok güzel. Rahatça gideriz."
Bayan Brent tekneye güvenmemesine rağmen, motora inmesi için kendisine uzatılan
ellere tutundu küpeştenin yanındaki sıraya yerleşti. Onu öbürleri izledi. Grupta henüz
hiçbir kaynaşma belirtisi görünmüyordu. Herkes birbirinin varlığından rahatsız
oluyormuş gibiydi.
Kaptan motoru rıhtıma bağlayan halatı çözmek üzereyken biran durakladı.
Tepeden aşağı inen zikzaklı yoldan köye doğru bir araba geliyordu. Sağlam ve güzel bir
araba. Direksiyonda rüzgârdan saçları uçuşan genç bir adam oturuyordu. Akşam
güneşinin soluk ışığında insandan çok bir Tanrı'ya benziyordu.
Körfezin kayalıklarında yankılar birbirini kovalıyordu. Genç Tanrı, efsanedeki ata
benzeyen arabasının kornasına dokunmuştu.
Büyüleyici bir manzaraydı. Ve bu manzaranın içinde Anthony Marston, adeta başka bir
dünyadan gelmiş gibiydi. Bir gün bu sahneyi, orada bulunanlardan başka biri daha
anımsayacaktı.
III
Fred Narracott, yolcuların çok garip bir grup oluşturduğunu düşünerek motorun
yanındaki yerine oturdu. Owen'in konukları hiç de umduğu gibi çıkmamıştı. Daha seçkin
kişilerin geleceğini sanıyordu.
Bunlar Bay Elmer Robson'un partilerine gelen konuklara hiç benzemiyorlardı.
Amerikalı milyonerin konuklarını düşünürken, Fred Narracott'un dudaklarında hafif bir
gülümseme belirmişti. Partiler verilirdi o zamanlarda. İçki su gibi akardı.
Bu Bay Owen ise herhalde çok değişik biriydi. Henüz Owen'i ve karısını görmemiş
olması da oldukça garipti. Daha buralara hiç gelmemişlerdi. Her şey şu Morris denilen
adam tarafından sipariş edilmiş, paralar da onun tarafından ödenmişti. Talimatlar çok
açık olarak verilmekte, ücretler de hemen ödenmekteydi. Her şeye rağmen yine de bir
gariplik vardı olup bitenlerde. Bay Owen'den gazeteler de garip bir adam diye sözetmişlerdi. Hakları vardı.
Belki de adayı gerçekten Gabriel Turl satın almıştı. Ama motordaki konukları bir daha
gözden geçirdikten sonra bu olasılığı kafasından attı. Bu gruptan hiçbiri, bir sinema
yıldızının konuğu olamazdı.
Hepsini bir bir yeniden incelemeye başladı.
Yaşlı kadın her şeyde kusur bulan bir tipti. Böylelerini çok iyi tanırdı. Ayrıca soyunda
Tatar bulunduğuna da bahse girebilirdi. Asker tavırlı ihtiyar adamın uzun yıllar orduya
hizmet ettiği ve rütbesinin hayli yüksek olduğu belliydi. Genç kız ise, güzel olmasına
rağmen göz kamaştırıcı değildi. Hollywood'un yanından bile geçmediği belliydi. Basit bir
kızcağızdı. Cakalı beyefendinin ise efendilikle hiçbir ilgisi yoktu. Fred Narracott, "Bu
ancak, işten elini eteğini çekmiş bir tüccar olabilir," diye düşündü. Gözbebekleri fıldır
fıldır oynayan, etrafı kaçamak bakışlarla inceleyen, aç bakışlı adam da oldukça garipti.
Ancak onun sinemayla bir ilgisi olabilirdi.
Motorda, beklediği tipte bir tek yolcu vardı: Otomobille en son gelen adam. Hem de ne
otomobille gelmişti: Sticklehaven, Amerikalı milyonerin zamanında bile öyle araba
görmemişti. Eğer, bütün grup onun gibi kişilerden oluşsaydı, hiç şaşırmazdı o zaman.
Ama şimdi...
Düşündükçe hayret etmekten kendini alamıyordu. Her şey garipti. Hem de çok garip!..
IV
Motor kayalık bir burnu döndü. Sonunda ev görünmüştü. Arazi hafif bir meyille
denize doğru iniyordu. Ev de güneye bakıyordu. Bol pencereli, modern görünüşlü,
derlitoplu bir yapıydı.
Heyecan verici bir evdi. Sanki heyecanlı olaylara sahne olmak için yapılmıştı. Fred
Narracott motoru durdurdu, teknenin başını kayaların içine oyulmuş doğal limana doğru
çevirdi.
Philip Lombard damdan düşer gibi, "Kötü havalarda buraya yanaşmak oldukça güç
olsa gerek," dedi.
Fred Narracott neşeli bir sesle karşılık verdi:
"Güneydoğudan sert bir rüzgâr estiğinde Zenci Adasına yanaşmak olanaksızdır. Bu
yüzden adanın bazen kasabayla haftalarca bağlantısı kesilir."
Tekne kayalara hafifçe çarparak yanaşmıştı. Fred Narrocott dışarı atladı. Elindeki
halatı yerdeki halkalardan birine bağladıktan sonra uzanarak Lombard'ın kayaya
çıkmasına yardım etti. Sonra ikisi, ötekileri birer birer motordan çıkardılar. Narracott öne
düştü ve hep birlikte kayalara oyulmuş dik merdiveni tırmanmaya başladılar.
General MacArthur'un yüksek sesle, "Çok güzel bir yer burası," demesine karşın,
halinden pek memnun olmadığı belliydi.
Merdivenler tırmanılıp kayaların üzerindeki terasa varıldığında gruptakilerin keyfi
yerine gelmeye başladı. Evin açık kapısının önünde ağırbaşlı bir uşak onları bekliyorduBu onlara güven duygusu vermişti. Ev çok güzeldi. Terasın manzarasına da diyecek yoktu.
Uşak onlara doğru ilerleyip hafifçe eğilerek selam verdi. Zayıf ve uzun boyluydu.
Güven verici bir hali vardı.
"Lütfen, şöyle buyurun."
İçerde, geniş bir salonda içkiler hazır bekliyordu. Şişeler sıralanmıştı. Bu manzara
Anthony Marston'un neşesini yerine getirmişti. Bu grubun arasında ne işi olduğunu
düşünüyordu. Badger kendisini buraya niye göndermişti? Ama içkiler fena değildi. Hem
bol muz da vardı.
Uşak ne söylüyordu? Kulak kabarttı.
Bay Owen gecikmişti, yarından önce orada olamayacaktı. Bütün emirlerinin yerine
getirilmesi için gereken talimatı vermişti. Acaba odalarına çıkmak isterler miydi? Akşam
yemeği saat tam sekizde hazır olacaktı.
V
Vera Claythorne, Bayan Rogers'ın peşinden üst kata çıktı. Kadın koridorun sonundaki
bir odanın kapısını açarak onu bekledi. Vera Claythorne güzel bir yatak odasına girdi.
Büyük pencerelerden biri denizi insanın ayaklarının altına seriyor, öteki ise batıya
bakıyordu. Odasını çok beğenmişti.
Bayan Rogers, "Ümit ederim, odada istediğiniz her şey vardır," dedi.
Vera çevresine bakındı. Bavulu odaya çıkarılmış, içindekiler de dolaba yerleştirilmişti.
Odanın bir köşesinde açık duran bir kapıdan, mavi fayanslı banyo dairesi görünüyordu.
Hemen yanıt verdi.
"Evet, her şey var sanırım."
"Bir şeye ihtiyacınız olursa zili çalıverin, hanımefendi."
Bayan Rogers'ın ifadesiz, tekdüze bir sesi vardı. Vera ona merakla baktı. Yüzü soluktu.
Saçlarını arkaya toplamıştı. Gözleri garip parıltılar saçıyor, bakışları oradan oraya gidip
geliyordu.
Vera, "Bu kadın gölgesinden korkuyor," diye düşündü. Sırtında hafif bir ürperti dolaştı.
Acaba neden korkuyordu?
Sesine sakin bir ton vermeye çalışarak konuştu.
"Ben Bayan Owen'in yeni sekreteriyim. Bundan haberiniz vardır, sanırım."
"Hayır, hanımefendi. Hiçbir şey bilmiyorum. Bana sadece gelecek olan hanımlarla
beylerin listesi verildi ve hangi odalarda kalacakları bildirildi. O kadar."
"Bayan Owen size benden söz etmedi mi?"
Bayan Rogers gözlerini kırpıştırdı. "Henüz Bayan Owen'i hiç görmedim. Buraya iki gün
önce geldik."
Vera Claythorne, "Garip insanlar, şu Owen'ler," diye düşündü. Sonra tekrar sordu.
"Burada kaç kişi çalışıyor?"
Vera şaşırmıştı. Evde sekiz kişi vardı ve bu kadar insana sadece bir karı koca hizmetedecekti. "Ben iyi bir aşçıyımdır. Kocam da ev işlerini çevirir. Tabii, bu kadar çok konuk
geleceğini bilmiyordum."
"Ama idare edebilirsiniz, değil mi?"
"Tabii efendim, idare ederim." Bayan Rogers dışarı çıkmak üzere döndü. Hiç ses
çıkarmadan yürüyordu. Odadan bir gölge gibi çekilip gitti. Vera pencerenin önüne giderek
bir koltuğa oturdu. İçine garip bir huzursuzluk çökmüştü. Nedense her şeyde bir gariplik
vardı. Owen'lerin evde bulunmayışı, hayalete benzeyen hizmetçi kadın ve konuklar. Evet,
konuklar da bir garipti.
Vera, "Owen'leri görmeyi ve onların nasıl insanlar olduklarını öğrenmeyi çok isterdim," diye düşündü.
Ayağa kalkarak huzursuz huzursuz odada dolaşmaya başladı. Yatak odası çok modern döşenmişti. Pırıl pırıl parlayan parkelerin üstüne beyaz, büyük bir halı serilmişti. Büyük boy aynasının çevresinde ışık yanıyordu. Şöminenin üstündeki beyaz mermerden oyulmuş modern heykelin içine bir saat yerleştirilmişti. Heykelin üzerinde, parlak krom bir çerçevenin içinde büyük bir parşömen kâğıdı vardı. Kâğıtta bir şiir yazılıydı.
Şöminenin önünde durup şiiri okudu. Çocukluğundan anımsadığı eski bir masaldan alınmıştı bu şiir.
On küçük Zenci yemeğe gitti, Birinin lokması boğazına tıkandı. Kaldı dokuz. Dokuz küçük Zenci geç yattı,
Sabah biri uyanmadı. Kaldı sekiz.
Sekiz küçük Zenci Devon'u gezdi,
Biri geri dönmedi. Kaldı yedi.
Yedi küçük Zenci odun yardı,
Biri baltayı kendine vurdu. Kaldı altı.
Altı küçük Zenci bal aradı,
Birini arı soktu. Kaldı beş.
Beş küçük Zenci mahkemeye gitti,
Biri idama mahkûm oldu. Kaldı dört.
Dört küçük Zenci yüzmeye gitti,
Birini balık yuttu. Kaldı üç.
Üç küçük Zenci ormana gitti,
Birini ayı kaptı. Kaldı iki.
İki küçük Zenci güneşte oturdu,
Birini güneş çarptı. Kaldı bir Zenci.
Bir küçük Zenci yapayalnız kaldı.
Gidip kendini astı. Kimse kalmadı.
Vera güldü. Tabii, burası Zenci Adaşıydı.
Yine eski yerine oturdu, denizi seyretmeye koyuldu.
Deniz ne kadar büyüktü. Bulunduğu yerden hiçbir kara parçası görünmüyordu. Akşam
güneşinin soluk ışıkları altında sonsuz bir mavilik uzanıp gidiyordu.
Deniz bugün ne kadar sakindi... Bazen ne kadar zalim olurdu... insanı derinliklerine
çekerdi. Boğulmak... Boğulmuş olarak bulunmak... Denizde boğulmak... Boğulmak...
Boğulmak... Boğulmak...Hayır, düşünmemeliydi.
O olay çoktan geçmişe karışmıştı.
VI
Dr. Armstrong, Zenci Adasına güneş denizin üzerinde kaybolurken geldi. Yolda
kendisini getiren motorcu ile epey konuşmuştu. Buranın yerlisiydi adam. Doktor ondan
Zenci Adasının sahipleri hakkında bir şeyler öğrenmek istemişti, ama Narracott adındaki
balıkçı hiçbir şey bilmediğini söyleyip durmuş ya da bu konuda konuşmak istememişti.
Bu yüzden Dr. Armstrong yol boyunca hep konu değiştirerek denizden, havadan, ve
balıktan söz etmek zorunda kalmıştı.
Evet gerçekten çok yorulmuştu. Deniz ve tam bir sessizlik... İşte buna ihtiyacı vardı.
Uzun bir tatil yapmak istiyordu. Parasal bakımdan durumu uygundu, ama işinden
uzaklaşmaktan çekiniyordu. Bu devirde insanlar çok çabuk unutuluyordu. Ama madem ki
artık buraya gelmişti, elinden geldiği kadar dinlenmeye çalışacaktı.
Adaların büyülü bir yanı vardı. Ada sözcüğü bir bakıma insanın dünyayla bağlantısının
kesildiği anlamına gelirdi. Ada başlıbaşına bir dünya demekti. Belki de insanın bir daha
hiç geri dönemeyeceği ayrı bir dünya...
"Günlük yaşamımı geride bıraktım," diye düşündü. Sonra kendi kendine gülerek
geleceğe ilişkin planlar kurmaya başladı. Kayanın içine oyulmuş basamakları tırmanırken
dudaklarında hâlâ mutlu bir gülümseme vardı. Terastaki koltuklardan birinde yaşlı bir
adam oturuyordu. Bu adam Dr. Armstrong'a hiç de yabancı gelmemişti. Bu kurbağaya
benzeyen yüzü nerede görmüştü? Evet tabii, ihtiyar Yargıç Margrave'in huzurunda bir kez
tanıklık yapmıştı. Mahkeme sırasında uyukluyormuş gibi görünen, ancak en önemli
anlarda müdahale eden yargıcı tanımıştı. Jüri üzerinde büyük bir etkisi olduğu söylenirdi.
İdam cezası vermekten zevk aldığını iddia edenler de vardı.
Bütün dünyadan uzak olan bu yerde, ona rastlamak oldukça garipti.
VII
Bu arada Yargıç Wargrave de kendi kendine düşünüyordu: Armstrong ha?.. Onun
tanık sandalyesindeki halini hatırlıyordu. Çok dürüst ve dikkatli konuşmuştu. Ama bütün
doktorlar budalaydı. Hele Harley Street'tekiler. Düşünceleri elinde olmadan, Harley
Street'te son gittiği doktorun tavsiyelerine kaydı.
Sonra yüksek sesle, "İçkiler salonda," dedi.
Dr. Armstrong, "Önce, ev sahiplerine saygılarımı bildirmem gerek," diye karşılık verdi.
Wargrave yarı açık gözlerini tamamen yumdu. "İşte bu olanaksız."
"Neden?" Dr. Armstrong hayretini gizlemeyerek soruyu yineledi. "Neden?"
Yargıç, "Ev sahipleri yok da ondan," diye yanıt verdi. "Garip bir durum. Ben de bu işi
bir türlü anlayamadım."Dr. Armstrong bir an ona şaşkın şaşkın baktı.
Karşısındaki adamın uykuya daldığını sandığı sırada, Wargrave birden, "Constance
Culmington'u tanır mısınız?" diye soruverdi.
"Hayır. Tanımam."
Yargıç, "Tanıyana da rastlamadım," dedi. "Garip bir el yazısı var. Kendi de el yazısı
kadar anlaşılmaz bir kadın olsa gerek. Acaba yanlış yere mi geldim, diye düşünmeye
başladım."
Dr. Armstrong başını sallayarak eve girdi. Yargıç Wargrave'in aklı Constance
Culmington'a takılmıştı. O da bütün kadınlar gibi güvenilmez bir yargıçtı.
Sonra düşünceleri evdeki iki kadına gitti. İnce dudaklı ihtiyar kız ile genç kıza. Genç
kıza pek aldırdığı yoktu. Soğuk yaratılışlı zamane kızlarından biriydi. Hayır, eğer Rogers'ın
karısını da sayarsa evde üç kadın vardı. O yaratık da sanki bir şeyden korkuyordu. Ama
Rogers'ler işlerini iyi bilen dürüst kişilere benziyorlardı.
O sırada Rogers terasa çıkmıştı.
Yargıç, "Lady Constance Culmington'un gelip gelmeyeceğini biliyor musunuz?" diye
sordu.
Rogers ona gözlerinde hayret ifadesiyle baktı: "Hayır, efendim. Böyle bir konuğun
geleceğinden haberim yok."
Yargıcın gözkapakları açıldı.
"Zenci Adası, ha? Bu işin içinde bir iş var, ama ne?" diye düşünüyordu.
VIII
Anthony Marston banyoda sıcak suyun keyfini çıkarıyordu. Uzun otomobil
yolculuğundan sonra bütün eklemleri sızlıyordu. Hemen hemen hiçbir şey
düşünmüyordu. Zaten Anthony duygu adamıydı. Duygu ve eylem adamı.
Kendi kendine, "Bir kere başladı, bu işi sonuna kadar götüreceğiz," diye düşünmüş,
daha sonra da her şeyi oluruna bırakıp bütün düşünceleri kafasından atmıştı.
Sıcak su banyosu... Sızlayan eklemler... Bir traş... Bir içki.. Yemek. Ya sonra?..
IX
Bay Blore boyunbağını bağlıyordu. Böyle işlere eli pek yatkın değildi.
Kılık kıyafeti düzgün müydü? Herhalde fena değildi.
Ona hiç kimse yakınlık göstermemişti. Hepsinin birbirlerini gözucuyla süzmeleri ne
gülünçtü. Sanki olacaklardan haberleri varmış gibiydi..
Demek her şey kendisine bağlıydı.
İşini ihmal etmeyi hiç düşünmüyordu.
Şöminenin üzerinde, madeni bir çerçevenin içindeki kâğıtta yazılı şiire gözü ilişti.
Şiirin oraya asılması iyi düşünülmüş bir şeydi. Bu odayı çocukluğundan hatırlıyordu."Burada, böyle bir evde, böyle bir iş yapacağımı aklımdan bile geçirmemiştim," dedi
içinden, insanın geleceği görmemesi belki de çok iyi bir şeydi.
X
General MacArthur kendi kendine söyleniyordu. Lanet olsun, her şeyde bir gariplik
vardı. Hiçbir şey beklediği gibi çıkmamıştı... Hemen bir bahane bulup geri dönebilir, her
şeyi yüzüstü bırakabilirdi. Ev sahipleri ne düşünürlerse düşünsünler...
Ama, motor sahile dönmüştü.
Kalmaktan başka çaresi yoktu.
Şu Lombard denilen herif de garip bir adamdı. Pek sağlam ayakkabıya benzemiyordu.
Birtakım kirli işlere bulaşmış olduğuna kalıbını basabilirdi.
XI
Gong çalar çalmaz, Philip Lombard odasından çıktı, merdiven başına yürüdü. Bir
panter gibi yumuşak ve sessiz hareketlerle ilerliyordu. Zaten her haliyle bir panteri
andırıyordu ya... Av peşinde koşan bir panteri.
Lombard kendi kendine gülümsüyordu.
Bir hafta, ha?..
Bu haftadan tam anlamıyla yararlanmaya karar vermişti.
XII
Emily Brent siyah ipekli bir elbise giymiş, akşam yemeğine hazırlanmıştı. Yatak
odasında oturmuş, İncil okuyordu.
"Günahkârlar kendi eserleri olan batağa batacaklar! Gizlenmek için örmüş oldukları
ağlar, kendi ayaklarına takılacak. Tanrı, varlığını kullarına adaleti ile belli eder. Kötüler
sonunda cezalarını kendi kendilerine bulacaklar. Günahkârların yeri cehennemdir!"
İnce dudakları gerildi, elindeki İncil'i kapattı. Ayağa kalkarak aynanın karşısına geçti,
yakasına iri bir broş taktı, sonra yemek salonuna indi.İkinci Bölüm
I
Yemek sonuna yaklaşıyordu. Her şey kusursuzdu. Şarap enfesti. Rogers da çok iyi
servis yapmıştı. Herkesin keyfi yerine gelmişti. Artık birbirleri ile daha rahat, daha içten
konuşuyorlardı.
Nefis şarabın etkisiyle çakırkeyif olan Yargıç Wargrave eğlenceli öyküler anlatıyor, Dr.
Armstrong ile Tony Marston da onu dinliyorlardı. Bayan Brent, General MacArthur ile
çene çalıyordu. Bazı ortak dostlarının bulunduğunu keşfetmişlerdi. Vera Claythorne, Bay
Davis'e Güney Afrika hakkında zekice sorular soruyordu. Davis bu konuda oldukça rahat
konuşuyordu. Lombard bir yandan onları dinlerken, bir yandan da masanın
çevresindekileri gözucuyla inceliyordu.
Anthony Marston birdenbire sordu.
"Bunlar ne tuhaf değil mi?.."
Yuvarlak masanın tam ortasındaki, küçük bibloları gösteriyordu.
Tony, "Zenciler," dedi. "Zenci Adası... Herhalde onun için bunları koymuşlar buraya."
Vera kristal bebeklere doğru eğilmişti.
"Kaç tane acaba? On mu?" Sonra hafif bir çığlık atarak "ne garip," dedi. "Masaldan
alınan şiirdeki On Küçük Zenci bunlar herhalde. Benim yatak odamda, şöminenin
üzerinde, çerçeve içinde bu şiir asılı."
Lombard:
"Benim odamda da asılı," dedi.
"Benimde."
"Benim de."
Herkes koro halinde aynı şeyi söylemişti.
Vera, "Çok güzel bir buluş, değil mi?" dedi.
Yargıç Wargrave homurdandı:
"Çok çocukça bir şey." Sonra kadehindeki şarabı yudumladı. Emily Brent, Vera
Claythorne'a baktı. İki kadın bakıştılar, sonra ayağa kalkarak oturma odasına geçtiler.
Oturma odasının pencereleri açıktı, kayalara çarpan dalgaların sesi içeriye kadar
geliyordu.
Emily Brent, "Ne güzel ses," dedi.
Vera sert bir sesle, "Ben bu sesten nefret ederim!" diye karşılık verdi. Bayan Brent
gözleri hayretle açılarak Vera'ya baktı. Vera kızarmıştı, sonra daha sakin bir sesle konuştu.
"Burasının fırtınalı bir havada pek hoş olacağını sanmıyorum."
"Kışın adanın her yerle bağlantısının kesildiğinden hiç şüphem yok. Her şeyden önce,burada oturabilmek için kışın hizmetçi bulmak olanaksızdır."
Vera mırıldandı.
"Buraya hizmetçi bulmak her zaman güçtür sanırım."
"Bayan Oliver bu ikisini bulduğu için çok şanslı. Kadın iyi bir ahçı."
Vera, "Şu ihtiyarlar da adları hep yanlış hatırlarlar," diye düşündü ve, "Evet, Bayan
Owen gerçekten şanslıymış," dedi.
Emily Brent bu sırada çantasını karıştırmaktaydı. Ama Vera'nın sözlerini duyunca bir
an durakladı, sert bir sesle sordu:
"Owen mi? Owen mi dediniz?.."
"Evet."
"Ben yaşamımda Owen adında hiç kimse tanımadım."
"Ama mutlaka..."
Vera cümlesini tamamlayamadan kapı açıldı, erkekler içeri girdiler. Onları, elinde bir
kahve tepsisi ile Rogers izledi. Yargıç gelip Emily Brent'in yanına oturdu. Armstrong ise
Vera'nın yanına gitti. Tony Marston açık pencerenin yanına kurulmuştu. Blore odadaki
bronz bir heykeli incelemeye koyuldu. General MacArthur arkası şömineye dönük bir
koltuğa oturdu, beyaz bıyığı ile oynamaya başladı. Yemeği beğenmişti, yavaş yavaş neşesi
yerine geliyordu. Lombard duvarın dibindeki bir masanın üzerinden aldığı derginin
sayfalarını çeviriyordu.
Rogers elinde kahve tepsisiyle herkesi bir bir dolaştı.
Herkes nefis bir yemek yemiş ve kafalardaki endişeler atılmıştı. Odada, rahat ve huzur
verici bir sessizlik vardı. Bu sessizliğin içinde birdenbire bir ses duyuldu. Beklenmedik bir
anda, içlere ürperti veren, hayvani bir sesti bu...
"Bayanlar Baylar, lütfen susunuz!"
Ses konuşmasına devam etti.
"Şu suçlarla suçlanmaktasınız"
"Edward George Armstrong siz, 1925 yılı, Mart ayının 14'üncü günü Louisa Mary
Clees'in ölümüne neden oldunuz.
"Emily Caroline Brent, siz 1931 yılı, Kasım ayının 5'inci günü Beatris Taylor'un
ölümünden sorumlusunuz. "William Henry Blore, siz, 10 Ekim 1928 tarihinde James
Stephen Landor'u öldürdünüz.
"Vera Elizabeth Claythorne, siz 11 Ağustos 1935 tarihinde Cyril Ogilvie Hamilton'u
öldürdünüz.
"Philip Lombard, siz, 1932 yılının Şubatında Doğu Afrikalı bir kabileden 21 kişinin
ölümüne neden oldunuz.
"John Gordon MacArthur, siz, 1917 yılının Ocak ayının 14'üncü günü karınızın aşığı
Arthur Richmond'u bile bile ölüme gönderdiniz.
"Anthony James Marston, siz, geçen Kasım ayının 14'ünde John ve Lucky Combes'i
öldürmekten suçlusunuz.
"Thomas Rogers ve Ethel Rogers, sizler, 1929 yılının Mayıs ayının 6'ıncı günü JenniferBrady'yi öldürdünüz.
"Lawrence John Wargrave, siz, 1930 yılının 10 Haziran günü Edward Seton'u
öldürdünüz.
"Tutuklu bulunan sanıkların savunmak için bir diyecekleri var mı?"
II
Ses susmuştu. Oda bir an derin bir sessizliğe gömüldü. Sonra bir şangırtı koptu.
Rogers elindeki kahve fincanını düşürmüştü. Aynı anda dışarda bir yerden bir çığlık
yükseldi, sonra bir vücudun yere düşüşünden çıkan ses duyuldu. Yerinden ilk fırlayan
Lombard oldu. Kapıya koşup onu ardına kadar açtı. Bayan Rogers kapının önünde yerde
yatıyordu.
Lombard seslendi.
"Marston!"
Anthony ona yardım etmek için yerinden fırladı. İkisi kadını kollarından tutarak,
oturma odasına sürüklediler. Dr. Armstrong hemen yanlarına koştu. Birlikte kadını bir
koltuğa uzattılar. Dr. Armstrong hemen kadının üstüne eğildi.
"Bir şeyi yok. Bayılmış, o kadar. Birazdan kendine gelir."
Lombard, Rogers'e, "Biraz konyak getir," dedi.
Yüzü bembeyaz olan Rogers elleri titreyerek "Peki efendim," diye mırıldandı ve hemen
odadan dışarıya süzüldü. Vera, "Kimdi bu konuşan?" diye haykırdı. "Neredeydi?.. Sanki...
Sanki ses..."
Bu sırada General MacArthur homurdandı.
"Ne oluyor burada Tanrı aşkına? Ne biçim şaka bu?"
Onun da elleri titriyordu. Omuzları çökmüş, bir anda adeta on yaş ihtiyarlamıştı. Blore
mendiliyle yüzünün terini siliyordu. Odada bulunanlardan sadece Yargıç Wargrave ile
Bayan Brent öbürlerine göre daha sakindiler. Emily Brent dimdik oturmuş, çenesini
yukarıda tutarak onları adeta yüksekten seyrediyordu. Yanakları biraz kızarmıştı. Yargıç
ise her zamanki gibi oturuyordu. Yani başı omuzlarının arasına gömülmüştü. Bir eliyle de
hafif hafif kulağını kaşıyordu. Sadece gözleri hareket ediyordu. Odanın içinde fıldır fıldır
dolaşan bakışlarından merak, endişe ve zekâ ışıkları fışkırıyordu.
Aralarında ilk hareket eden gene Lombard oldu. Armstrong baygın kadınla meşgul
olduğundan, Lombard idareyi ele almakta özgür kalmıştı.
"Ses sanki odanın içinden geliyormuş gibiydi," dedi.
Vera haykırdı.
"Kimdi?.. Kimdi, peki?.. İçimizden biri olmasın..." Yargıcın bakışları gibi,
Lonmbard'ınkiler de odanın içinde dolaşmaya başladı. Önce odanın açık penceresine
takılan gözleri, sonra kararını vermiş gibi oradan ayrıldı. Birden gözbebeklerinde bir ışık
parıldadı. Sessizce şöminenin yanında, yandaki odaya açılan kapıya doğru süzüldü.
Kapının yanına gelince ani bir hareketle tokmağı çevirdi, kapıyı ardına kadar hızla açtı.İçeriye atıldı.
Sevinçle, "İşte buldum!" diye bağırdı.
Diğerleri onun peşinden odaya daldılar. Sadece Emily Brent yerinden kalkmamıştı.
Yemek odasına bitişik duvara bir masa dayanmıştı. Masada eski tip, borulu bir
gramafon duruyordu. Borunun ağzı duvara dayanmıştı. Lombard boruyu yana itince,
duvarda üç dört delik olduğunu gördüler.
Gramofonu kurup iğneyi plağın üzerine koyunca aynı ses yeniden duyuldu: "Şu
suçlarla suçlanmaktasınız..."
"Susturun şunu... Susturun şunu!.. Korkunç bir şey..."
Lombard gramofonu susturdu.
Dr. Armstrong rahat bir soluk alarak, "Bence bu çok kötü bir şakadan başka bir şey
değil," dedi.
Yargıç Wargrave'in sakin ve duru sesini duydular:
"Demek siz bunu şaka sanıyorsunuz."
Doktor ona hayretle baktı.
"Başka ne olabilir?"
Yargıcın eli yavaş yavaş üst dudağına gitti. "Şu anda bu konudaki görüşümü söylemeye
hazır değilim."
Anthony Marston söze karıştı.
"Buraya bakın. Hepiniz bir şeyi unuttunuz. Bu gramofonu kim kurdu, kim çalıştırdı?"
Wargrave homurdandı:
"Evet, bence her şeyden önce bunu araştırmalıyız."
Yargıç bunu söyledikten sonra oturma odasına doğru yürüdü, herkes onu izledi.
Tam bu sırada Rogers elinde bir kadeh konyakla içeri girmişti. Emily Brent de külçe
gibi yatan Bayan Rogers'ın üzerine eğilmişti.
Rogers hemen iki kadının arasına girdi. "İzin verin, Madam... Onunla ben konuşurum.
Ethel.. Ethel... Bir şey yok. Bir şey yok, anladın mı? Topla kendini."
Bayan Rogers'ın solukları derin iç çekişlerini andırıyordu. Gözleri korkudan faltaşı gibi
açılmış, çevresindeki yüzlerde dolaşıp duruyordu.
Rogers'ın ses tonunda bir endişe seziliyordu:
"Kendine gel artık, Ethel."
Dr. Armstrong yumuşak ve sakin bir sesle kadına, "Birazdan bir şeyiniz kalmayacak
Bayan Rogers," dedi. "Sadece kötü bir şakaydı. O kadar."
Kadın konuştu.
"Ben bayıldım mı, efendim?"
"Evet."
"O ses yüzünden... Ne korkunç bir sesti o!... Sanki bir yargıç konuşuyormuş gibi!..."
Sonra yüzü yeniden morardı, gözbebekleri kayıverdi.
Dr. Armstrong sert bir sesle,
"Nerede kaldı şu konyak?" diye sordu.Rogers kadehi masanın üzerine bırakmıştı. Biri onu Dr. Armstrong'un eline
tutuşturdu. Doktor baygın kadının aralık dudaklarına kadehi dayayarak "İçin bunu," dedi.
Kadın öksüre öksüre konyağı içti. Yüzünün rengi yerine geldi.
"İyiyim artık. Sadece bir ara kendimi kaybettim."
Rogers hemen atıldı.
"Tabii ya. Ben de az kalsın kendimi kaybediyordum. Elimden kahve fincanını bile
düşürdüm. Hepsi yalandı. Çirkin iftiralardı hepsi... Kim olduğunu..."
Rogers'ın sözü yarıda kaldı. Kuru ve kesik bir öksürük, Rogers'ın sözlerini ağzına
tıkamaya yetmişti. Başını çevirip Wargrave'e baktı. Yargıç bir daha öksürdü, sonra
konuştu.
"Bu plağı gramofona kim koydu? Sen mi Rogers?"
Rogers haykırdı.
"Ne olduğunu bilmiyordum. Yemin ederim ki, ne olduğunu bilmiyordum, efendim.
Bilseydim, yapar mıydım?" Yargıç kuru bir sesle devam etti: "Belki de doğru söylüyorsun.
Ama, bence bu konuda biraz daha açıklama yapman gerek, Rogers."
Uşak alnına biriken ter damlalarını bir mendille sildikten sonra yalvarırcasına
konuştu:
"Ben sadece verilen emri yerine getirdim, efendim."
"Kim verdi bu emri?"
"Bayan Owen, efendim."
"Şunu iyice bir anlayalım bakalım, Owen'in emri neydi?"
"Ben plağı gramofona yerleştirecektim. Plağı masanın çekmecesinde bulacaktım,
gramofonu karım çalıştıracaktı. Tam kahve tepsisi ile içeriye girdiğim sırada."
Yargıç homurdandı:
"Oldukça garip bir öykü."
"Ama, gerçek bu efendim. Yemin ederim ki, doğru söylüyorum. Plakta ne olduğunu
bilmiyordum. Bir an bile kötü bir şeyden kuşkulanmamıştım. Onu sadece bir şarkı
sandım."
Wargrave, Lombard'a baktı:
"Üzerinde ad falan var mı plağın?"
Lombard başını salladı. Uzun sivri dişlerini göstererek sırıttı ve, "Evet" dedi. "Üzerinde
Kuğu Şarkısı yazılı..."
General MacArthur bomba gibi patladı:
"Bütün bunlar maskaralık!... Maskaralık!... Herkesi öyle suçlamak da ne oluyor?
Bunun bir çaresine bakmak gerek. Şu Owen denilen herif kimse..."
Emily Brent, generalin sözünü kesti. Sert bir sesle, "Kim bu adam?" diye sordu.
Yargıç niye o otoriter havaya bürünmüştü. Meslek yaşamının verdiği alışkanlıkla, bir
davayı yönetiyormuş gibi konuştu.
"Dikkatle incelememiz gereken en önemli sorun bu. Bence önce, siz karınızı götürüp
yatırın Rogers. Sonra da buraya dönün.""Peki, efendim."
Armstrong, "Ben sana yardım ederim, Rogers," dedi.
Bayan Rogers iki adama tutunarak odadan dışarı çıktı. Onlar uzaklaştıktan sonra Tony
Marston, "Sizi bilmem, ama benim bir kadeh içkiye ihtiyacım var," dedi.
Lombard, "Benim de!" diye atıldı.
Tony, "Ben gidip getireyim," dedi ve odadan çıktı.
Bir, iki saniye sonra geri döndü. Üzerinde çeşitli içki şişeleri ve kadehler bulunan
tekerlekli bir servis masasını itiyordu. "Bunu, dışarda hazır buldum." Bir bardağa konyak
doldurmaya başladı. Ondan sonraki birkaç dakika kadehlere içki doldurmakla geçti.
General MacArthur ve yargıç birer kadeh sek viski aldılar. Emily Brent dışında, herkes
birkaç yudum içki içmek istemişti. Yalnız o bir bardak su ile yetindi.
Dr. Armstrong odaya döndü. "Durumu biraz daha iyi. Uyuması için ona bir uyku hapı
verdim. O ne? İçki mi? Ben de bir kadeh içerim." Erkekler bardaklarını yeniden
doldurdukları sırada, Rogers içeri girdi. Soruşturmayı Yargıç Wargrave üstüne almıştı.
Oda kendiliğinden bir mahkeme salonuna dönüştü.
"Şimdi Rogers, şu işin aslını bir öğrenelim. Kim bu Owen?" diye sordu Wargrave.
Rogers yargıcın yüzüne hayretle bakarak yanıt verdi.
"Buranın sahibi."
"Bunu hepimiz biliyoruz. Öğrenmek istediğimiz, bu adam hakkında senin bildiklerin."
Rogers başını salladı. "Bay Owen hakkında size bir şey söyleyemem, efendim.
Çünkü kendisini hiç görmedim."
Odaya garip bir sessizlik çökmüştü.
General MacArthur söze karıştı.
"Hiç görmedin mi? Ne demek istiyorsun?"
"Bizi bir haftalığına tuttular, efendim. Karım ve ben bu işe işçi bulma kurumu
aracılığıyla ve mektupla alındık." Wargrave sordu: "Owen'den aldığınız mektup sizde mi?"
"Hayır, efendim. Yanımda değil."
"Devam et. Dediğine göre, mektupla işe alınmışsın."
"Evet, efendim. Belli bir tarihte burada olacaktık, o tarihte geldik. Burada her şeyi yerli
yerinde bulduk. Kilerler yiyecek doldurulmuştu. Her taraf tertemizdi. Sadece toz alınması
gerekiyordu, o kadar."
"Sonra."
"Sonra hiç, efendim. Birtakım emirler aldık, tabii, gene mektupla. Gelecek konuklar
için odaların hazırlanması emredilmişti. Dün öğleden sonra Bay Owen'den bir mektup
daha aldık. Bayan Owen ile gecikeceklerini, elimizden geldiği kadar konukları
ağırlamamızı bildiriyordu. Yemek ve gramofon hakkındaki talimat da o mektupta
yazılıydı."
Yargıç sordu:
"Herhalde o mektubu atmadınız?"
"Hayır, efendim. Yanımda."Uşak cebinden bir mektup çıkarıp, yargıca uzattı.
"Hımmmm! Ritz Otelinin kâğıdına yazılmış. Hem de daktiloyla."
Blore ani bir hareketle yargıcın yanına gitmişti.
"Bir kez de benim bakmama izin verir misiniz?"
Sonra yanıt beklemeden mektubu yargıcın elinden aldı.
"Coronation marka, oldukça yeni bir daktiloyla yazılmış. Hiçbir kusur yok harflerde.
Çok kurnazca yazılmış. Bu mektuptan bir ipucu elde edebileceğinizi hiç sanmıyorum.
Üzerinde parmak izi bulunabileceğinden bile kuşkuluyum."
Wargrave ona hayretle bakmaya başladı.
Anthony Marston, Blore'un yanına gelmiş, onun omuzunun üzerinden mektuba
bakıyordu. "Ne uzun adı var, değil mi? Ulick Norman Owen." ihtiyar yargıç hafif bir sesle
konuştu. "Size minettarım Bay Marston. Dikkatimi çok önemli ve ilginç bir noktaya
çektiniz." Sonra, odada bulunanlara bakarak boynunu öfkeli bir tosbağa gibi uzattı. "Bence
artık hepimizin, bildiklerini açığa vurmasının vakti geldi." Bir an durduktan sonra devam
etti. "Hepimiz bu adamın konuklarıyız. Buraya nasıl geldiğimizi birbirimize anlatsak iyi
olur."
Odada kısa bir sessizlik oldu. Sonra Emily Brent kararlı bir sesle konuşmaya başladı.
"Bu işlerde bir gariplik var. Ben bir mektup aldım. Bir yazlıkta, birkaç yıl önce
tanıştığım bir kadın tarafından yazılmış olduğu izlenimi uyandırılmaya çalışılmıştı
mektupta. İmzanın Ogden ya da Oliver olacağını tahmin ettim. Vaktiyle Bayan Oliver ve
Bayan Ogden adında kişilerle tanışmıştım. Ama, şundan eminim ki, Owen adında biriyle
şimdiye kadar hiç karşılaşmadım."
Yargıç, "Mektup yanınızda mı, Miss Brent?" diye sordu. "Evet, odamda. Gidip
getireyim." Bayan Brent odadan çıktı, birkaç dakika sonra da elinde mektupla döndü.
Yargıç mektubu okudu. Sonra. "Şimdi iş anlaşılmaya başladı," dedi. "Ya siz Bayan
Claythorne?" Vera sekreter olarak nasıl işe alındığını anlattı.
Yargıç, Marston'a döndü.
"Ya siz?"
"Badger Berkley adında eski bir arkadaşımdan bir telgraf aldım. Telgrafa şaşmadım
değil, çünkü bizim katırın Norveç'te olduğunu sanıyordum. Burada buluşmamızı
öneriyordu."
Wargrave başını salladı, sonra tekrar sordu.
"Siz Dr. Armstrong?"
"Ben buraya mesleğim gereği çağrıldım."
"Yani bu aileyle bir tanışıklığınız yok mu?"
"Hayır, sadece mektupta bir arkadaşımın adı geçmekteydi."
"Evet... Tabii, bu arkadaşınızla uzun zaman önce bağlantınız kopmuştu."
"Evet... Doğru."
Blore'u incelerken Lombard söze karıştı. "Bana bakın. Aklıma bir şey geldi..."
Yargıç elini kaldırdı. "Bir dakika...""Ama ben..."
"Her şeyi sıra ile gözden geçireceğim. Bay Lombard. Şimdiki halde, bu gece bizi buraya
toplayan nedenleri gözden geçiriyoruz. Siz General MacArthur?"
General bıyığını çekiştirerek mırıldandı.
"Bir mektup aldım. Şu Owen denilen adamdan. Burada bazı eski arkadaşlarımın
bulunacağından söz ediyor, beni de çağırıyordu. Korkarım, mektup yanımda değil."
"Siz Bay Lombard?"
Lombard'ın zihni hızla çalışmaktaydı. Durumunu açığa vurmalı mıydı, yoksa bir yalan
mı uydurmalıydı? Kararını verdi.
"Garip bir mektup aldım," dedi. "Bazı yakın arkadaşlarımın burada olacağı yazılıydı.
İnandım buna. Mektup da yanımda değil, yırtıp attım galiba."
Yargıç Wargrave, Blore'a döndü, işaret parmağıyla üst dudağına vuruyordu. Ses tonu
tehlikeli derecede nazikti.
"Az önce çirkin bir şey oldu. Hiçbirimizin tanımadığı anlaşılan bir ses, bizleri bazı
inanılmaz suçlarla suçladı. Bu suçlamalarla sonra ilgilenin. Ama, şu anda ufak bir nokta
benim dikkatimi çekmiş bulunuyor. Suçlanan kişilerin arasında William Henry Blore
adında biri yok. Davis adından da hiç söz edilmedi. Siz ne dersiniz bu işe. Bay Davis?"
Blore arsız arsız gülerek cevap verdi.
"Anlaşıldığına göre foyamız meydana çıktı. Adımın Davis olmadığını itiraf etmek
zorundayım galiba."
"O halde William Henry Blore sizsiniz?"
"Evet, benim."
Lombard atıldı:
"Buna benim de eklemek istediğim bir şey var. Siz sadece kendinizi sahte bir adla
tanıtmakla kalmadınız, Bay Blore. Bugün farkettiğime göre, aynı zamanda birinci sınıf da
bir yalancısınız. Güney Afrika'da Natal'dan geldiğinizi iddia ettiniz. Ben Güney Afrika'yı ve
Natal'ı iyi bilirim. Sizin oraya ayağınızı bile atmamış olduğunuza yemin etmeye hazırım."
Bütün gözler Blore'a çevrilmişti. Öfke ve kuşku dolu bakışlardı bunlar. Anthony
Marston ona bir adım daha yaklaştı. Yumrukları hiddetle sıkılmıştı.
"Konuş bakalım, domuz! Açıkla!"
Blore bir adım geriye sıçrayarak yumruk mesafesinden çıktı.
"Beyler, beni yanlış anladınız. Bütün evrakım yanımda. İsterseniz görebilirsiniz. Ben
eski bir polisim. Plymouth'da özel bir dedektif bürom var. Buraya görevli olarak gelmiş
bulunuyorum."
Yargıç Wargrave sordu: "Buraya kimin tarafından ve ne amaçla çağrıldınız?"
"Owen denilen adam tuttu beni. Bir mektupla hepinizin adlarını bildirdi. Oldukça
yüklü bir para da gönderdi. Eve konuk gibi gelecek ve sizleri göz hapsinde tutacaktım."
"Bunun için bir neden bildirdi mi?"
"Evet, Bayan Owen'in mücevherleri. Ben artık bu adda biri olduğuna da
inanmıyorum."Yargıç işaret parmağıyla tekrar üst dudağına vurarak konuşmaya başladı. Bu defa
sesinde takdirkâr bir ifade vardı.
"Ben de inanmıyorum. Ulick Norman Owen adı oldukça garip. Emily Brent'in almış
olduğu mektupta imza okunaksız atılmışsa da, ilk iki ad rahatça okunabiliyor. Una Nancy
adının baş harfleri sizin de farkettiğiniz gibi diğer isme tamamen uymakta. Yani bence de
Ulick Norman Owen ile Una Nancy Owen aynı kişidir. Adlar dikkatle incelenecek olursa
ve ilk adın baş harfiyle soyadı çabuk okunursa. U. N. Owen'in UNKNOWN'dan* başka bir
şey olmadığı ortaya çıkıyor."
Vera haykırdı.
"Bu ancak bir delinin işi olabilir!"
Yargıç başını ağır ağır sallayarak yeniden söze başladı:
"Evet, buraya bir deli tarafından davet edildiğimizden hiç kuşkum kalmadı... Bu deli
tehlikeli bir katil de olabilir!"

bu kitabi okumayinHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin