Onuncu Bölüm
I
Philip Lombard şafakla birlikte uyanmak âdetindeydi. Bu sabah da öyle yapmıştı.
Yatağında dirseklerinin üzerinde doğrularak dışarıya kulak verdi. Rüzgâr, hafiflemiş
olmasına rağmen hâlâ şiddetlice esiyordu. Yağmur sesi duyulmuyordu...
Saat sekize doğru rüzgârın şiddeti epey arttı. Ama Lombard bunu duymadı. Çünkü
yeniden uykuya dalmıştı.
Saat dokuz buçukta kalkıp yatağının kenarına oturarak saatine baktı. Sonra saati
kulağına götürdü. Dişlerini ortaya çıkararak sırıttı.
Ona on kala Lombard, Blore'un yatak odasının kapısını vuruyordu. Blore kapıyı
ihtiyatla açtı. Saçları karmakarışık, gözleri hâlâ uykuluydu.
Philip Lombard, "Bütün gün uyuyacak mısın? İçin rahat galiba," dedi.
Blore kısaca, "Ne var?" diye sordu.
"Kimse seni uyandırdı mı?... Ya da çay getiren oldu mu?.. Saatin kaç olduğunu biliyor
musun?"
Blore omzunun üzerinden yatağının başucunda duran küçük seyahat saatine baktı.
"Saat ona yirmi beş var. Nasıl oldu da bu kadar uyudum?.. Rogers nerede?"
"Ben de aynı şeyi merak ediyorum."
Blore, "Ne demek istiyorsun?" diye sert bir sesle sordu.
"Rogers'ın ortadan kaybolduğunu söylemek istiyorum. Ne odasında, ne de evin içinde
bulabildim. Mutfaktaki ocak bile yakılmamış."
"Ne cehenneme gitmiş olabilir? Adada bir yerdedir mutlaka. Bir dakika bekle, üzerime
bir şey alayım. Hem bu arada sen de ötekilere sor bakalım, bu konuda bir şey biliyorlar
mı?"
Philip Lombard başını salladı, kapalı yatak odası kapılarını bir bir vurmaya başladı.
Armstrong'u hemen hemen giyinmiş buldu. Blore gibi Yargıç Wargrave'i de uykudan
uyandırdı. Vera Claythorne giyinmişti, Emily Brent'in odası ise boştu.
Küçük grup evde dolaşmaya başladı. Bir kez daha, hep birlikte Rogers'ın odasına
baktılar. Yatak bozulmuştu. Lavabonun önündeki aynanın kenarında duran traş fırçasıyla
sabun da hâlâ ıslaktı.
Lombard, "Odadan normal bir biçimde çıkmış olduğu belli," dedi.
Vera endişesini gizlemeye çabalayarak, "Sakın bir yerde saklanmış, bizi bekliyor
olmasın?" dedi.
Lombard, "Şu anda herkesden, her şey beklenebilir. Onun için uşak bulununcaya
kadar kimsenin gruptan ayrılmamasını tavsiye ederim," diye yanıt verdi.Armstrong, "Adadan bir yere gidemez ki," dedi. "Buralarda bir yerdedir mutlaka."
Giyinmiş, ama, traş olmadan onlara katılmış olan Blore, "Peki, Bayan Brent nerede?..
Bu da ayrı bir sorun," dedi.
Alt kata indiklerinde Emily Brent'i evin kapısından içeriye girerken gördüler.
Yaşlı kadın, "Deniz dünden de berbat. Bugün de buraya motor falan gelebileceğini
tahmin etmiyorum," dedi.
Blore, "Adada yalnız başınıza mı dolaşıyordunuz, Bayan Brent?" dedi, "Bunun büyük
bir delilik olduğunu bilmiyor musunuz?"
"Çevreyi büyük bir dikkatle kontrol ediyordum dolaşırken."
"Rogers'e rastladınız mı?"
Bayan Brent'in kaşları kalktı.
"Rogers mi?.. Hayır. Bu sabah onu hiç görmedim. Neden sordunuz?"
Yargıç Wargrave giyinmiş, traş olmuş ve takma dişlerini takmış olarak merdivenlerden
aşağı indi. Açık duran yemek odası kapısına doğru ilerleyerek, "Kahvaltı sofrası
hazırlanmış," dedi.
Lombard, "Masayı dün akşamdan hazırlamış olabilir," diye karşılık verdi. Hepsi yemek
odasına girerek titizlikle hazırlanmış kahvaltı sofrasına baktılar.
İlk gören Vera oldu. Görür görmez yanında duran yargıcın kolunu yakalayarak genç ve
güçlü parmaklarıyla öyle bir sıktı ki, ihtiyar Wargrave can acısıyla bağırmaktan kendini
alamadı.
O sırada Vera da bir çığlık attı.
"Zencilere... Zencilere bakın!.."
Masanın üzerinde sadece altı küçük zenci kalmıştı.
II
Rogers'ı bulmaları uzun sürmedi.
Bahçenin öbür ucundaki çamaşırlıktaydı. Mutfak ocağını yakmak için odun yarmakta
olduğu anlaşılıyordu. Küçük balta hâlâ elindeydi. Büyük ve ağır başka bir balta da kapıya
dayalı duruyordu. Baltanın keskin yüzü kan içindeydi. Baltanın ucundaki kanlı bölüm
Rogers'ın başındaki derin yarığa tıpatıp uyuyordu...
III
Armstrong, "Durum çok açık," dedi. "Katil arkasından gizlice gelmiş ve odun kesmek
için eğildiği sırada baltayı Rogers'ın başına indirmiş."
Yargıç Wargrave:
"Bu baltayı kullanmak için çok güçlü olmaya gerek var mı, doktor?" diye sordu.
"Eğer bunun için sorduysanız yanıt vereyim. Bir kadın bu baltayı rahatça kullanabilir."
Doktor çevresine kaçamak bir bakışla baktı. Bayan Claythorne ve Bayan Brent mutfağagitmişlerdi.
"Genç kız bunu öbürüne göre daha kolay yapabilir. Atlet yapılı bir vücudu var.
Görünüşte Bayan Brent narin yapılı izlenimi uyandırıyor ama, bu tipler aslında çok güçlü
olabilirler. Sonra akıl dengesi bozuk kişilerin de insanüstü bir güce sahip olduklarını
unutmamalıyız."
Yargıç düşünceli düşünceli başını salladı. Kanlı baltanın yanında diz çökmüş olan
Blore ayağa kalktı, içini çekerek:
"Hiç parmak izi yok. Katil işini bitirdikten sonra baltanın sapını iyice silmiş anlaşılan,"
dedi.
Bir kahkaha duyuldu. Hepsi sesin geldiği tarafa döndüler. Vera Claythorne bahçedeydi.
Vahşi kahkahalarla sarsılarak bağırıyordu.
"Bu adada arı besliyorlar mı? Söyleyin. Bal aramaya ne zaman gideceğiz? Ha! Ha!
Ha!.."
Hepsi hayretle genç kıza bakıyorlardı. Sağlıklı ve dengeli olarak tanıdıkları genç kız,
gözlerinin önünde deliriyor gibiydi. Bağırmaktan çok çığlığı andıran sesiyle konuşmaya
devam ediyordu.
"Ne bakıyorsunuz öyle?.. Delirdiğimi mi sanıyorsunuz? Sorduğum şeye yanıt verin...
Arılar... Arı kovanları... Anlamadınız mı?.. O deli saçması şiiri okumadınız mı? Yatak
odalarınızda çerçeveli olarak asılı duran şiiri diyorum... Oraya okuyasınız diye konulmuş
olduğunu anlamadınız mı?... Aklımızı kullansaydık, Rogers'ın cesedini aramak için doğru
buraya gelmemiz gerekirdi. Yedi küçük zenci odun kesmeye gitti... Sonrasını hatırlamıyor
musunuz? Benim aklımda... Size söyleyeyim. Altı Küçük Zenci kovanla oynadı... Onun
için soruyorum... Bu adada arı kovanları var mı?.. Komik değil mi?.. Hem de çok komik..."
Genç kız yeniden çılgınca kahkahalar atmaya başladı. Dr. Armstrong ilerledi. Yanına
yaklaştı, sonra elini havaya kaldırarak kızın yanağına sert bir tokat indirdi.
Vera başını ellerinin arasına aldı. Bir süre sessiz kaldı, sonra da, "Teşekkür ederim,
şimdi daha iyiyim galiba," dedi. "Bayan Brent'le ben kahvaltınızı hazırlayacağız. Gelirken
ocağı yakabilmemiz için biraz odun getirebilir misiniz?"
Sonra arkasına dönerek mutfağa doğru yürüdü. Yanağında doktorun beş parmağının
izi hâlâ duruyordu.
Vera mutfağa doğru yürürken, Blore, "Kızı iyi kendine getirdiniz, doktor," dedi.
Armstrong özür dileyen bir sesle karşılık verdi.
"Başka çarem yoktu. Bu arada bir de sinir krizi gibi şeylerle uğraşamayız."
Philip Lombard, "Hiç de sinirli bir tip değil," dedi.
Armstrong, "Değil," diye onayladı. "Sağlıklı ve aklı başında bir kız. Sadece bir şok
geçirdi. Bu hepimizin başına gelebilirdi."
Rogers öldürülmeden önce bir miktar odun yarmıştı. Onları yerden toplayarak
mutfağa taşıdılar. Vera ve Emily meşguldüler. Bayan Brent ocağı hazırlıyor, Vera da salam
kesiyordu.
Emily Brent, "Teşekkür ederim," dedi. "Kahvaltınızı çabuk hazırlamaya çalışıyoruzAma, çay suyunun kaynaması gerek. En azından yarım saate, hatta üç çeyrek saate ihtiyaç
var."
IV
Eski polis müfettişi Blore, Philip Lombard'a fısıldadı.
"Ne düşünüyorum, biliyor musun?"
Philip Lombard, "Hemen söylemeye niyetli olduğuna göre, tahmine çalışmaya
değmez," diye yanıt verdi.
Blore çok dikkatli bir adamdı. En ufak bir ipucu onun olayı çözmesine yardım
edebilirdi. Ağır ağır konuşmaya başladı.
"Amerika'da buna benzer bir cinayet olmuştu. Yaşlı bir adamla karısı baltayla
öldürülmüşlerdi. Güpegündüz. Evde, öldürülen adamla kadının kızlarıyla hizmetçiden
başka kimse yoktu. Hizmetçi kızın cinayeti işlememiş olduğu kanıtlandı. Geriye, orta yaşlı
kız kalıyordu. Ama, aleyhinde hiçbir kanıt bulunamadı."
Biraz durduktan sonra devam etti.
"Baltayı görür görmez aklıma o cinayet geldi... Mutfağa girip Emily Brent'i öyle
soğukkanlı görünce... Vera'nın sinir krizi geçirmesi çok doğal. Ama, öbürü... Bayan
Rogers'ın önlüğünü giymiş. Kahvaltı yarım saate kadar olacak, deyişi... Bana sorarsan bu
kadın deli. Nice kart kızların, akıllarını kaçırdıkları görülmüştür. Cinayet işleyecek kadar
çıldırdıklarını iddia edemem, ama hemen hepsi bir tür sinir hastalığına tutulurlar.
Bizimki de aklını dinle bozmuş. Kendini, suçluları cezalandırmak üzere Tanrı'nın dünyaya
uzattığı el gibi bir şey sanıyor. Bütün gün odasında oturup İncil okuduğunu biliyorsun,
değil mi?"
Lombard içini çekerek yanıt verdi:
"Bunu kanıtlamak o kadar güç ki. Elinde kanıt var mı, Blore?"
Blore ısrarla devam ediyordu.
"Sonra sabah erkenden evden çıkan da oydu... Bize deniz kenarına inmiş olduğunu
söyledi, ama..."
Lombard başını sallayarak itiraz etti.
"Rogers odun yararken öldürüldü. Yani, sabah kalktıktan sonra ilk işini yaparken. Bu
durumda Brent'in onu öldürdükten sonra ortada dolaşıp şüpheleri üzerine çekmesine hiç
gerek yoktu. Bana soracak olursan, katil Rogers'ı öldürdükten sonra yeniden yatağına
yatmış ve horuldayarak uyumuştur."
Blore, "Yalnız bir noktayı unutuyorsun," dedi. "Kadın masum olsaydı, adada sabahın
erken saatinde yalnız başına dolaşmaktan korkardı. Bunu ancak korkacak bir şey
olmadığını bildiğinden yapmış olabilir. Yani, katil kendi ise."
Lombard, "Evet, bu önemli bir nokta," dedi. "Ben bunu düşünmemiştim."
Sonra yüzünde alaylı bir gülümsemeyle ekledi.
"Artık benden kuşkulanmadığına çok sevindim."Blore utanarak yanıt verdi:
"İşe senden kuşkulanmakla başladım. Şu tabanca ve bize anlattığın garip öykü... Daha
doğrusu bizden sakladığın öykü. Ama artık hakkındaki kuşkularımın yersiz olduğu
inancındayım... Senin de benim hakkımda aynı şeyleri düşünmeni dilerim."
Lombard düşünceli düşünceli yanıt verdi.
"Yanılmış olabilirim, ama sende bu işi düzenleyecek, kadar geniş bir hayal gücü
olduğunu sanmıyorum. Sadece ikimizin arasında kalsın Blore, belki de yarına kadar
ikimiz de birer ceset olacağız, ama yine merak ediyorum. Şu banka soygununda gerçek
suçluyu bildiğin halde öbür adamı mahkûm ettirdin, değil mi?"
Blore huzursuzlukla kıpırdandı.
"Artık önemi yok. Anlatayım bari. Landor suçsuzdu. Çete beni sıkıştırdı. Küçük bir
servet denilebilecek bir rüşvet de verdi. Adamın aleyhindeki bütün kanıtları onlar
hazırladı. Tabii, başka..."
"Tabii, başka tanıklar olsaydı kabul etmezdin. Aramızda kalsın ama, akıllıca bir iş
yapmışsın bence."
"Yasalara karşı geldiğim halde, terfi de ettirildim."
"Öte yandan Landor ömür boyu hapse mahkûm edildi ve hapishanede öldü."
"Hapishanede öleceğini nereden bilebilirdim herifin?"
"Evet, bu senin şanssızlığın işte."
"Benim mi? Onun şanssızlığı demek istiyordun herhalde."
"Senin için de şanssızlık. Bu yüzden senin yaşamın da kısalacağa benziyor."
Blore hayretle Lombard'a baktı.
"Benim de Rogers ve ötekiler gibi bir delinin tuzağına düşeceğimi mi söylüyorsun?
Yok, hayır... Ben tatlı canımı korumayı bilirim. Bunu unutma."
Lombard, "Neyse, ben bahse girmeyi sevmem. Hem bahsi kazanırsam hayatta
olamayacağın için paramı ödeyemezsin, nasıl olsa," dedi.
"Bana bak Lombard. Ne demek istiyorsun?"
Philip Lombard dişlerini göstererek sırıttı.
"Şunu demek istiyorum, tahminime göre kurtulma şansın yok."
"Ne?"
"Hayal gücünün kısırlığı, seni sabit bir hedef haline getirecek. U.N. Owen gibi hayal
gücü geniş bir katil senin çevrende rahatça, fıldır fıldır dolaşabilir."
Blore'un yüzüne kan hücum etti. Sonra öfkeli bir sesle sordu.
"Ya sen ne olacaksın?"
Philip Lombard'ın yüzü sertleşti.
"Benim oldukça geniş bir hayal gücüm vardır. Bundan önce de zor durumlarda kaldım
ve yakamı kurtarmayı bildim. Fazla bir şey söylemek istemiyorum, ama buradan
kurtulacağımdan eminim."Yumurtalar tavadaydı. Vera ekmek kızartırken bir yandan da düşünüyordu. "Kendimi
neden deli durumuna düşürdüm? Çok yanlış davrandım. Soğukkanlılığını yitirme
kızım..."
Soğukkanlılığı yüzünden şimdiye kadar kaç kez hayranlık uyandırmıştı.
"Bayan Claythorne soğukkanlılığını kaybetmeyerek hemen Cyril'in peşinden yüzmeye
başladı."
Bu nereden gelmişti aklına şimdi? Unutması gerekti bunu... Cyril onun kayalara
yaklaşmasından çok önce gözden kaybolmuştu. Vera açığa doğru sürükleyen akıntıyı
hissetmiş ve ağır ağır yüzerek kendini akıntıya bırakmıştı... Taa sandal gelinceye kadar...
Sonra herkes onun cesaret ve soğukkanlılığını övüp durmuştu...
Hugo dışında. Sadece Hugo dışında... O her şeyi anladığını belli eden bir biçimde dik
dik bakmıştı ona...
Hugo neredeydi şimdi? Ne yapıyordu? Nişanlanmış mıydı?.. Evlenmiş miydi yoksa?..
Emily Brent'in tiz sesi duyuldu:
"Vera ekmekler yanıyor."
"Affedersiniz, Bayan Brent. Doğru, çok aptalım ben!"
Emily Brent cızırdayan tavadan son yumurtayı da alarak tabağa koydu. Vera ızgaranın
üzerine kızartmak için yeniden ekmek dizerken,
"Çok soğukkanlısınız, Bayan Brent," dedi.
Emily Brent dudaklarını büzerek karşılık verdi.
"Hiçbir şeyden heyecanlanmayacak ve soğukkanlılığımı hiçbir zaman kaybetmeyecek
biçimde yetiştirildim."
Vera, "Baskı altında büyütülmüş... Bu çok şey ifade edebilir..." diye düşündü. Sonra
sordu. "Yoksa ölümden korkmuyor musunuz?"
Ölüm! Bu sözcük Emily Brent'in beyninde derin yankılar yaptı. Ölmek mi? Ama, o
ölmeyecekti ki! Evet, ötekiler ölecekti... Ama, kendisi, Emily Brent ölmeyecekti. Bu kız
bunu anlamıyordu. Korkmuyordu, tabii. Ataları askerdi. Hepsi ölümü gözlerini kırpmadan
karşılamışlardı. Hepsi dürüst bir yaşam sürmüşlerdi. Kendi gibi... Şimdiye kadar
utanılacak hiçbir şey yapmamıştı... Ötekilerle birlikte ölmeyecekti kuşkusuz....
"Tanrı kendisiyle birlikte olanları korur."
"Gecenin karanlığından, gündüzün ışık oklarından korkma..."
Şimdi gündüzdü ve korkulacak bir şey yoktu.
"Hiçbirimiz bu adayı terkedemeyeceğiz."
Kim söylemişti bunu? General MacArthur tabii. Kuzeni Elsie MacPherson'la evli olan
yaşlı asker. Ölüme pek aldırış etmiyormuş gibi... Hatta, onu ister gibi bir hali vardı.
Günahkârdı da ondan. Her halinden belliydi günahkâr olduğu. Bazıları ölümü o kadar
düşünmezlerdi ki, sonunda kendi canlarına kıyarlardı. Beatrice Taylor da bunlardan
biriydi... Dün gece rüyasında Beatrice Taylor'u görmüştü... Dışarıdan cama yüzünü
dayamış, kendisini içeriye alması için yalvarıp durmuştu. Ama, Emily Brent onu
almamıştı içeriye. Çünkü alsaydı korkunç bir şey olacaktı...Emily silkinerek kendine geldi. Karşısındaki kız ona hayretle bakmaktaydı. Kendini
toparlayarak, "Her şey hazır, değil mi?" diye sordu. "Kahvaltıyı içeriye götürebiliriz."