yoongi ile evimizin bahçesini sulayacaktık bugün. hava oldukça sıcak olduğundan toprağın üç dört günde bir sulanması gerekiyordu.
yağmur yağmazdı buraya pek. başka bir sebebi de buydu. annem çeşitli sebze, meyve yetiştirirdi bahçemizde.
dalından kopardığım domatesi, kokusunu hiçbir şeye değişmezdim. misler kokardı.
yoongi'nin burada olması bulunmaz bir nimetti benim için. kendi başıma iki saatte sulamasını bitirdiğim bahçeyi bugün en fazla bir saate hallederdik.
hortumu bahçedeki musluğa takıp salatalıkların oraya gittim. yoongi de musluğun başında suyu açmayı bekliyordu.
"çok hızlı akmayacak şekilde açar mısın musluğu?" diye seslendim ona.
dediğimi yapıp yavaşça açtı musluğun vanasını. salatalıkları boylu boyunca suladım ben de.
domateslere gelince sıra, hortumu yoongi'ye uzattım.
"al bakalım sıra senin. görelim marifetini." gülümsemem ile dudaklarını büktü meydan okumama karşılık verircesine.
"alt tarafı bahçe sulayacağız jimin. ne bu tavırlar?"
omuz silktim ona cevaben. o da bir şey demeyip domateslere tuttu suyu. yavaşça sularken bahçeyi köşeden onu izledim sessizce. kendini yaptığı işe o kadar kaptırmıştı ki, yüzümdeki gülümsemeyi göremedi. geleli birkaç gün olmuştu buraya ama ne zaman ona baksam gülümserken buluyordum kendimi.
altında bir mana aramadım bu tavrımın. ne de olsa sıradan bir insandı o da hayatımdaki diğer kişiler gibi. belki de o tatlı suratıydı gülümsememi sağlayan.
işini bitirince yanıma geldi. eliyle az ilerideki çilekleri işaret ediyordu.
"şunları ben sularım. karpuzlar da sana ait. bahçenin geri kalanını da sonra bölüşürüz."
bir şey dememe izin vermeden çilekleri sulamaya başladı bu sefer de.
otoriter olmayı seviyordu demek. üstelemedim, sıranın bana gelmesini bekledim.
yalnızlığıma ortak olması, tanrının bana lütfettiği bir armağandı. onun tarafından seviliyor olduğumu bilmek içime su serpiyordu, yakarışlarımı duyduğunu idrak edebiliyordum.
fazla insan görmeyi sevmezdim çevremde evet ama son zamanlarda boğucu gelmeye başlamıştı yaşantım, benliğime.
yalnızlık tanrı'ya mahsus değil midir zaten? insan, insana illa ki ihtiyaç duyuyordu.
beni düşüncelerimden sıyıran hortumu olduğum yerin az ilerisine tutan yoongi olmuştu.
ıslanmamak için kenara koşturdum hızlıca. şimdi damarıma basmıştı işte. ıslanmak şu hayatta en nefret ettiğim şeylerden biri olabilirdi. böyle bir şeye teşebbüs etmesi ondan intikam almamı sağlayacaktı muhakkak.
yanına yönelttim adımlarımı bu sefer. hortumu elinden aldığım gibi üzerine tuttum. ıslanmasıyla elini önüne siper etmesi bir olmuştu.
"hey jimin, delirdin mi? ne yapıyorsun?"
"intikamımı alıyorum senden. ne cesaretle beni ıslatmaya cüret edebilirsin ha?" diyerek kahkaha atmıştım.
sırılsıklam olmuş beden üzerime doğru koştururken mecburiyetten hortumu bırakıp hızlıca topuklamaya çalışmıştım ama nafile, ıslatmıştı beni o da.
çığlıklarımın arasına gülüş sesleri karışmıştı yoongi'nin ve ben ilk defa o gün ıslanmaktan şikayet etmedim, edemedim.
yoongi'nin üzerimdeki etkisi korkutuyordu beni, kapılacağımdan korkuyordum ona. daha birkaç gündür tanıdığım yabancı biri olması gerekirken senelerdir tanış olduğum biriymiş gibi anlaşmamız garipti.
sahi o da benim gibi garip karşılamıyordu bu durumu. akışına bırakmayı seçtim. şimdi anın tadını çıkarmamız gereken konular vardı çünkü.


ŞİMDİ OKUDUĞUN
roses are red, violets are blue | yoonmin
Fanfiction"uçurtma uçurmak ister misin?" diye sordum. "sen beni buğday tarlalarına götür." dedi. "ne zamandır, onları görmenin hayalini kuruyorum. benim geldiğim yerde çiçek bile zor yetişiyor." güldüm. koca şehirden küçücük bir köye gelen bu çocuğun böyle şe...