köyde geçen sıradan günlerin birinde annem bugün misafirlerimizin olduğunu söylemiş ve yoongi'yle tavan arasındaki odada kalıp kalamayacağımızı sormuştu.
normalde olsa asla odamı kalması için başkalarına vermezdim. ancak yoongi ile beraber doğrudan gökyüzüne bakan büyük pencereli o odada, gece yıldızları seyretmek istiyordum. üstelik gece yıldızları seyrederken yapılan sohbetler gibisi yoktu.
yoongi daha önce hiç tavan arası bir odada kalmadığını söyledi. bu yüzden annemin teklifi oldukça hoşuna gitmişti ve bir an önce akşam olmasını istiyor, odayı görmek için sabırsızlanıyordu.
nihayet misafirlerimiz gelmiş, yemek faslına geçilmişti. ben önümdeki salatayla oynarken yoongi hızlı lokmalar alıyor ve yemeğini çabucak bitirmeye çalışıyordu.
bu çabası güldürdü beni. oda bir yere kaçmıyordu sonuçta. ama onun kendiyle girdiği bu çocukça savaşı izlemek için kaçmasını yeğlerdim.
yemeğimizi yedikten sonra annemin serinlememiz için getirdiği limonataları alıp bahçedeki yoongi'nin yanına çıktım. gri koltukta uzanmış cırcır böceklerinin seslerini dinliyordu yine pür dikkat.
"seni gören de gospel dinliyorsun sanar." dedim dikkatini çekmek için.
"gospel mi? o nedir?" diye sordu merakla.
"gospel kiliselerde dini günlerde söylenen, isa'yı öven ve tanrı'ya dualardan oluşan bir müzik türüdür. mistik bir tarzdadır. o yüzden gospel müziği dinlerken böyle dikkat kesilir insan." diye cevapladım onu.
"kiliseye gidip gospel dinleyecek kadar inançlı biri değilim." dedi hafifçe kıkırdayarak.
omuz silktim ve elimdeki limonatalardan birini ona uzattım. yarım litrelik bardağı birkaç yudumda bitirirken, sanki günlerce çölde kalmış da sonunda suya kavuşmuş bedevi olarak düşündüm onu.
dışarıda biraz daha vakit geçirdikten sonra nihayet tavan arasındaki odaya çıkmıştık. annem ikimiz için pencere önüne iki yer yatağı hazırlamış, pijamalarımızı yataklarımızın üstüne bırakmıştı.
annem tarafından hâlâ çocuk muamelesi görmemiz hoşuma gitmese de ses etmedim. çünkü bizi düşünüp bir şeyler yapması oldukça güzeldi.
yoongi yatağın sol tarafına kurulurken ben de sağ taraftaki boşluğa geçtim. şimdi ikimiz de sırtüstü uzalı bir şekilde gökyüzüne bakıyorduk.
şansımıza yıldızlar olabildiğince parlaktı bugün. o sırada dikkatimi çeken kutup yıldızıyla elimi o yöne doğru kaldırıp yoongi'nin de o tarafa bakmasını sağladım.
"kutup yıldızını görüyor musun? nasıl da parlak. küçükayı takımyıldızının en parlak yıldızı. kutup yıldızı, dünyanın ekseni ile hemen hemen aynı doğrultuda olduğundan, diğer gökcisimlerinin aksine gün boyunca yer değiştirmez ve hep kuzeyi gösterir. bu özelliği nedeniyle tarih boyunca yön bulma ve seyir amacıyla kullanılmıştır. ve bu yüzden kuzey yıldızı da denir kendisine. bilimsel adı da polaris'dir. ve ayrıca 12 bin yıl sonra yerini vega yıldızı alacak. insanlar yerinin hep sabit olduğunu düşünür ama öyle değil işte."
"nasıl yani? yer mi değiştirecek?" diye meraklı bir tınıyla sordu. anlamayacağını bilsem de gülümsedim.
"presesyon dediğimiz bir süreç ama boşver sen onu."
yoongi'den herhangi bir tepki gelmeyince kutup yıldızı ile ilgili bildiklerimi aktarmaya devam ettim.
"kutup yıldızı çıplak gözle tek bir yıldız gibi görünür ama aslında üçlü bir yıldız sistemidir. biz onu en parlak yıldız sansak da aslında gökyüzündeki 48. en parlak yıldızdır. bu kadar güzel özelliklere sahip olduğu için kutup yıldızını çok severim. polaris ismi de çok hoşuma gider."
"evet. kulağa çok hoş geliyor. birine polaris diye seslendiğini düşünsene. muhtemelen kendini çok özel hissederdi."
"polaris diye çağrılmak ha? sanırım isterdim."
yüzümdeki ufak tebessümle gökyüzüne bakmaya devam ederken sol tarafımdaki hareketlilikle başımı o tarafa çevirdim. yoongi yatakta yan dönmüş, başını yere yasladığı dirseğinin üzerine dayamıştı. bir an için göz göze geldik.
"bundan sonra sana öyle sesleneceğim o hâlde."
söylediği bu cümlenin vücudum üzerinde nasıl bir etki yarattığını bilse muhtemelen şaşırırdı. çünkü kalbim yerinden çıkacak gibi atıyor, bütün bedenimden birazdan alev püskürtmemi sağlayacak bir sıcak hava dalgası geçiyordu.
üzerimdeki etkisinden korkuyorum derdim ya, bugün korkmam gereken başka bir duygu olduğunu fark ettim. adlandırmaya gerek yoktu. çünkü adlandırırsam işler sarpa sarardı. daha fazla bu konu üzerinde düşünmek istemedim ve konuyu değiştirdim.
"daha önce hiç tavan arası bir odada kalmadığını söylemiştin. nasıl beğendin mi burayı?"
"beğendim. normal odalardan pek bir farkı yokmuş." dedi karışmış saçlarını düzelterek.
"ne yani? buranın normal odalardan bir farkı yok mu? gökyüzüne bu kadar güzel bir açıdan bakabileceğin böyle bir yer daha bulabilir misin?" diye sitem ettim kendimce.
"elbette diğer yerlerden oldukça ayrı bir manzarası var. inkar edemem. kızma hemen."
onu takmıyormuş gibi yapıp yıldızları incelemeye devam ettim. göz kapaklarımın ağırlaştığı ve uyumam gerektiğini anladığım anda, yoongi'ye iyi geceler dilemeden önce akşamki muhabbettimiz aklıma geldi ve ona takılmak istedim.
"çok uykum geldi. yatıyorum ben. iyi geceler gospel dinleyecek kadar inançlı olmayan yoongi."
gözlerimi kapattığımda kahkahası doldurdu kulaklarımı. ardından kulak dibimde sıcak nefesini hissettim.
"iyi geceler polaris." diye fısıldadı kulağıma.
az önce üzerimde etkisini hissettiğim sıcaklığı yavaş yavaş kaybolurken bugün korkmam gereken o duyguyu tekrar yaşadığımı fark ettim.
adlandırmak istemiyordum çünkü adı hoşlanmak olan bu deyimin etkisinden korkuyordum. ben yoongi'den bu kadar çabuk hoşlanmaktan korkuyordum. annem her zaman derdi. hızlı yanan ateş etkisini çabuk kaybeder diye.
bu kadar hızlı yanarsak birbirimizi daha çabuk kaybederdik. ve ben yoongi'yi kaybetmeyi hiç istemiyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
roses are red, violets are blue | yoonmin
Fanfiction"uçurtma uçurmak ister misin?" diye sordum. "sen beni buğday tarlalarına götür." dedi. "ne zamandır, onları görmenin hayalini kuruyorum. benim geldiğim yerde çiçek bile zor yetişiyor." güldüm. koca şehirden küçücük bir köye gelen bu çocuğun böyle şe...