Onur Akın-Çam Kolonyası
Sevda öyle kelimelere sığacak kadar basit değildi. Hayatın kendisi kadar gerçek, nefes kadar zaruri, mutluluk kadar güzeldi. İnsanı kah bulutlarda gezdirir, kah denizlerde yüzdürürdü. Bazen yanardağlarda yakar, bazen baştan ayağa acıya daldırırdı. Ama içinde her zaman biraz gökkuşağı barındırırdı.
Rengarenkti sevda. Kimseyi, hiçbir şeyi ayırt etmeden herkesin ulaşabileceği belki de tek şeydi. Bu yüzden İlyas hiçbir zaman homoseksüelliğinden dolayı utanmamıştı. Yönelimini ilk fark ettiğinde daha ilk okuldaydı. Etrafındaki erkekler kızların peşinde koşarken onun umurunda bile olmuyordu. Zira kendi içinde erkekleri çirkin-yakışıklı-orta halli diye ayırmakla meşguldü. Bu onun için çok doğaldı. Bebeklerin annelerini kokusundan tanıması gibiydi. Onun içinde hep var olduğundan fark ettiğinde yadırgamamıştı da.
Bahadır'ı sevmesi de aynen böyle tabiiydi. Sanki ezelden beri o sevgi oradaydı da sadece çekik gözlü, açık tenli, kahverengi saçlı sevdiğinin sadece gelip sahiplenmesi gerekiyordu. Ve Bahadır, İlyas'ın gözlerine takıldığından beri o sevdanın tek sahibiydi.
Başlarda gerçekten ne hissettiğini bilmiyordu. Ona anlattığı gibiydi her şey. Sadece davasına yeni katılan birinin acemi hareketlerini takip ediyordu. Ama sonra bir gün onu Sinan yoldaşla gülüşerek konuşup el şakaları yaparken gördüğünde bir an göğsünün sıkıştığını hissetmişti. Ona dokunan, gülüşünü bahşedeceği, hatta hiç yaşanmasın fakat ağladığını da gören tek kişi olmak istediğini anladı.
O günden sonra usulca yaklaştı Bahadır'a. Kendisini yavaş yavaş görmesini sağladı. Bazen yemekhane sırasında arkasında belirip sesli konuşarak varlığını hissettirdi. Bazen kütüphane aradığını bildiği kitabı önce alarak Bahadır'ın ondan rica etmesini sağladı. Bazen de eylemlerde hep onu gözetleyerek.
İlyas için ipin koptuğu nokta TİP eylemlerinde faşistin tekinden yediği darbeyle bayılan sevdiğini görmekti. O şerefsizi yüzü kanlar içinde kalana kadar dövdüğünü hayal meyal hatırlıyordu. Tek bildiği polisler onları zar zor ayırınca sevdiğini sırtında taşıyarak bulduğu ilk araca bindirdiğiydi. Onca yaralının içinde uygun bir araç bulmak bile şanstan başka bir şey değildi. Cankurtaran araçlarının sadece İstanbul'da olması en çok o zaman canını yakmıştı.
Sonrası zaten malumdu. Artık kendini dizginleyemiyordu. Bahadır'ı devamlı takip ediyor, onunla konuşmak için türlü bahaneler uyduruyordu. Ama başarmıştı. İnce belli, kuğu gibi uzun boyunlu, kaşları kalem gibi çizilmiş, yüzündeki tek kusuru fazla güzelliği olan sevdiği artık onu görüyordu. Hem öyle sıradan bir gözle değil. Işıl ışıl bakıyordu İlyas'a. Her karşılaştıklarında dudaklarının kenarında çiçekler açıyor, güzel gözleri bazen kayboluyor yerini güneşi bile kıskandıracak bir parıltıya bırakıyordu.
Bu yüzden bir noktadan sonra daha pervasız olmuştu İlyas. Nihayet kendini dizginlemeyi bırakmış son sürat sevdiğine doğru koşmuştu. Yarı yolda karşılaşmak ise beklediği bir şey sayılmazdı. Sevdiği adam, İlyas'ın sandığından daha cesur ve dürüsttü. Ve şu an stadyumda bekliyor olmasının da en güzel nedeniydi.
Dün gece onu öptüğü andan sonra biraz daha vakit geçirmişler sonra da mecburen ayrılmışlardı. Gün içerisinde çok az konuşma fırsatı bulsalarda kolları onu sarmak için uyuşuyor, dudakları hala izi duran öpücükle titriyordu. Üniversite görevlileri ve diğer öğrencilere yakalanmamak için girişin iç tarafında ileri geri giderken kolundaki saate baktı. Sözleşmelerine göre az sonra gelmesi gerekiyordu.
Heyecanla yerinde zıplarken onu saracağı anın hayaliyle ısınıyordu. Bu adam onun tüm dünyasını yavaş yavaş ele geçirmişti. Ve İlyas da oturup memnuniyetle izlemek dışında hiçbir şey yapmamıştı. Memnundu da halinden. Zira şu an etrafı kolaçan ederek kendisine doğru gelen adam tüm dünya nimetlerinden kat kat daha kıymetliydi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Taşırsın Yeryüzüne Ebedi Tohumları
Historical FictionDevrimciler her zaman ölür, korkaklar yaşardı. Ve onlar devrimciydi. 18.02.2022