-Ömer-
Uğultu adım adım yükselirken, sahanın kendine has kokusuna neredeyse alışmıştım. Basket şortunun altındaki siyah taytının bile gizleyemediği kaslı, düzgün ve ince sayılabilecek bacaklarına diktiğim bakışlarımı terli yüzüne çıkardım. Elindeki basket topunu, Apo'ya doğru gönderip, çevik hareketlerle onu tutmaya çalışan iki kişiyi solladı ve çizginin ters köşesine geçti. Siyah bir saç bandı arkasına ittiği saç dipleri ter içindeydi. Yüzü de öyle. Burnunun üstündeki teri elinin tersiyle silip ve havaya kaldırdığı elini hafifçe salladığında heyecanla kıpırdandım. Kısık gözleri tam karşı tarafı işaret ediyordu. Ama benim gözlerimin odağında neredeyse bir tek o vardı. Az sonra ona doğru uçuşa geçen topu iki elinin ortasına bastırarak sert bir şekilde kavrayıp, parmak uçlarında havalandı. Film şeridi gibi ağır çekimde izlediğim bu sahnede yana doğru savrulan saçlarının savrulmasını, atletinin yukarı doğru çekilmesini, kol kaslarının gerilmesini ve serbest kalan topun falsolu bir şekilde potayı yarım turlayıp, filenin ortasından geçmesini nefesimi tutarak izledim. Bir saniye sonra çalan final düdüğü ile ayaklanan kalabalıkların ortasında hissettiğim yegane şey, gururla karışmış bir hayranlıktı. Elini neye atsa iyi yaptığını her defasında gözüme sokan biri için dediklerindeki doğruluk payı, elimde olmadan daha çok sırıtmama neden oluyordu.
"Abi bunu nasıl kaptan yapmışlar aklım hala almıyor?"
"Ne?"
"Şu meymenetsizi diyorum." Takım arkadaşlarının omuzlarında taşınan ikiliye bakıp başımı salladım. "Sana uyup maça geldiğime de inanamıyorum. Artık gidebilir miyiz?"
"Saçmalama lan Salim daha kutlama yapacağız."
Güro'yu takmadan devam etti. "Ben kutlamaya falan gelmem. O da gelecek mi?" kimden bahsettiğini çok iyi bilsem de safa yattım. "Kim?" Anlamamış ifadem yeterince ikna edici değildi galiba. "Götsün Ömer."
"Ne bileyim Salim. Ama seni dövemez biz varız."
"Bok dövemez." Bakışlarım onu bulduğu anda kendini düzeltti. "Bokuma döver yani. Şey. Bunun boyu kaç sen biliyor musun?" gözlerini takip edip otuz iki diş sırıtan Apo'ya baktım. Adam sırık gibiydi cidden. Tüm takım arkadaşlarından uzundu. "Bilmem."
"İki metre var mıdır?" parmaklarıyla hesaplar gibi yapınca tepesinde kuyruk yaptığı saçını karıştırdım. "Oğlum madem o kadar korkuyorsun ne diye kulağını ısırdın? Sonra sinemada-"
"Yapma şunu." saçındaki lastiği aşağı çekip, saçını düzeltti. "Kimseden korkmuyorum ben. Ayrıca ablama söylersem ağzına sıçar." bakışlarını Apo'ya çevirip alt dudağını dışa itti ve gözlerini kıstı.
"Sen de yardım edersin. Di mi? Sanki uzunsa ne olmuş? Ben de kısa sayılmam." gülerek başımı salladım. "Sayılmazsın tabii. Hem merak etme yardım da ederim." genişleyen gülümsemesi ile Apo'yu takip etmeye devam etti.
"O zaman geleyim mi ben de kutlamaya?"
"Ömer!"
Daha olduğu tarafa dönmeden kalbim hızlanmıştı. Öndeki setin arkasından, kollarını plakanın üstüne dayamış, parlak gözlerle bana bakıyordu. "Geleceksin zaten Salim. Otoparkta buluşuruz. Gürbüz'ün yanından ayrılma."
"Su var mı?"
Çantamdaki suyu çıkarıp, ona fırlattım.
"Tebrikler." iki basamak aşağı inip yanına vardım.
"Sağ ol." şişeyi ağzına dikip tek kerede bitirdi. Boş şişeyi bana uzattığında elini ittim.
Öyle güzel gülümsüyordu ki kafam donuyordu karşısında. Halbuki artık alışmam gerekiyordu. Sevgilimdi. Elimi uzattığımda tutabileceğim bir yerdeydi. Manyaktı, şerefsizdi ama beni çok seviyordu. Demesine bile gerek yoktu. Oyun boyunca her bir periyotta, itinayla attığı her basketten sonra gözleri ilk beni bulmuştu. Sanki oyunu kazanmak için değil de, benim için oynuyordu.