Tavanla mesafesi yaklaşık bir metre olan dolabı inceledim. Neyse ki ortam loştu ve raflardaki boyaları rahatlıkla görebiliyordum. Renkleri seçemiyordum fakat koyu ya da açık olduklarının gördüğüm grinin tonlarına göre tespit edebiliyordum. İkinci saç boyayışım için tüplerin üstünde elimi gezdirdim. Bana en sıcak gelen rengi seçecektim; ilk boyayışımda da aynısını yapmıştım.
Renkleri bilmiyordum. Tek gördüğüm: Siyah ve beyazdı. Renklerin isimlerini annem küçükken öğretirdi fakat nasıl durduklarını bilmiyordum.
Güneşli ortamlar, benim gibi Akromatopsi hastaları için uygun değildi: Işık siyah-beyaz görüşümüzü parlak bir beyaza dönüştürüyordu. Ölüm ışığı gibi.
Neyse ki saç boyası dükkanı stor perdeler nedeniyle loştu; böylece gözlüklerimi almadığım için kendimi suçlamam gerekmiyordu.
Adım sesleri, gürleşince başımı çevirdim. Saçını sağa yatırmış, kemik yüzlü bir çocuk gülümseyerek bana baktı. Üstündeki zorla okuduğum 'Turtle Of Rainbow' yazısıyla görevli olduğunu anlamıştım. İlk geldiğimde, annem bana tabelayı okumuştu; çünkü güneş tam tabelaya geliyordu ve benim başım annemin omzundaydı. Bu ışık başımı ve gözlerimi ağrıtıyordu.
"Irrasshaimase sama!" dedi gülümsemesini genişletip kollarını göğsünde birleştirdi.
Japonca konuştuğunu anlamıştım. Annem bir Japon ve İngiltere'nin bazı yerlerinde Japon şirketler/dükkanlar olduğu için günlük konuşmaları öğretmişti ve sanıyorum bu bay: "Hoşgeldiniz, bayan," demişti.
"Arigato. Eigo hanaseru?" dedim. Dudağını büzüp başını salladı. Ona "Teşekkürler. İngilizce konuşabiliyor musun?" demiştim.
İngilizce "Patron, Japon favorisi olduğu için Japonca konuşmamızı istiyor," diye homurdandı.
Gülümsedim ve tekrar önüme döndüm. Parmaklarımı boya tüplerinde gezdirirken yanıma geldi. "Sanırım size özel İngilizce konuşabilirim. Hangi renk boyaya bakıyorsunuz?"
Hafifçe tebessüm ettim. İnasanların, Akromatopsi hastası olduğumu anlamalarını istemiyordum. İçime sinen bir boyada durdum. Benim görüşüme göre siyaha yakın gri idi.
"İçime sinen renge bakıyorum," dedim ve boya kutusunu elime aldım. Çocuğa baktığımda alt dudağıyla oynadığını gördüm. Kutuyu elimde sallayıp "İyi gibi duruyor," dedim.
Beni baştan aşağı süzdü. "Esmer tenin için koyu pembenin pek iyi durmayacağı kanaatindeyim." Aramızdaki mesafeyi kapatıp elimdeki kutuyu inceledi. "Gül kurusu yerine koyu maviye ne dersin? Dalgalarına hareketlik katar ve mor rengin tonları yerine farklı durur?"
Gülümsedim ve solgun durduğunu anlayınca boyayı yerine koydum. Kendimden nefret ediyorum. Koyu pembe, mor rengin -saçlarımın rengiymiş- tonları olmalı ve farklılık daha açık griye ait olmalıydı. Elimi açık griye uzattığımda yan gözle çocuğa baktım. Dikkatini seçtiğim boyadan çekmesi için ismini sordum.
"Justin. Senin?" diye mırıldandı sonra beni nazikçe kenara çekip alt rafta bir boya aldı. "Mavi orkide, sana çok yakışır."
Döndü ve gülümseyerek boyayı bana uzattı. "İsmim Amnesia."
Yüzünde tatlı bir tebessüm oluştu. "Hey, gerçekten hafıza kaybı yaratıyorsun!" dedi. Şaka yaptığını biliyordum. Siyah-beyaz görsem bile yüzümdeki çiller fark edilir derecedeydi, bahsettiği kadar güzel değildim; ama nezaketen teşekkür ettim.
Seçtiğim rezil edici boyayı yerine koydum. Sonra omuzlarıma dökülen saçlarımı inceledim: Beni Akromatopsi hastası sansın istemiyordum. "Sana güveniyorum, Justin."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
akromatopsi ☹ bieber
Fanfic"Hey! Renkleri görmen gerekmiyor Amnesia. Sen, özel sandıklarının yapmadığını... Tanrım, Onlar sadece göze hitaplarına bakıyorlar. Sen, gördüğün siyah-beyazlık içinde enerjilerini, duygularını hissedebiliyorsun. Tüm renkleri sevdiğini biliyorum ama...