Gümüş kılıçların üzeri, yapışkan koyu kırmızıyla kaplıydı. Her yerdeki yığılmış, üstü başı toz toprak içinde cesetlerin yüzlerinden ruhlarını teslim ederken vücutlarından çıkan düşman kılıcının getirdiği acının resmi okunuyordu. Kopan başların üzerinde beyaz kalmış tek noktalar olan açık gözlerin harelerinde dökülemeyip kaynağında soğuyan yaşlar, onların üzerine üşüşmüş tombul kara sinekler vardı. Her yerde şiir vardı. Şiirin en acı tonları çarpıyordu göze, en can alan tonları. Her yerde günah, yıkılan surlar, çekilen eziyetler, evlat kokusunu içine çekebilen ve çekemeyen burunlar, pıtraklara dolanan çıplak ayaklar; aşık olurken eriyen, tıpkı mumun erittiği kendi gibi ancak kendi ayaklarının önüne düşüp onlara ağırlık yapmış olan kalpler; gözyaşlarını ve ciğerlerini kuruturcasına bağırarak ağlayan genç adamların müşkül sesleri, küfrederken öfkeyle köpük köpük olup çatlayan derilerinin arasında titreşen dudaklar ve sevgilinin her öpüşünü hatırladıkça, her özledikçe bulanan zihinler vardı. Her yerde savaş vardı ve bu savaş, Yüzen Kıta'daki en büyük savaştı.
Elfler, asırlar boyunca Yüzen Kıta'nın en güçlü koruyucuları olmuşlardı. Öyle ki üç yüz yıl öncesine kadar Kıta'da başka ırk görülmemiştir. Onlar burayı kendilerine ev bellediklerinde başlarındaki Şefleriyle birlikte büyülerini kullanarak burada evler inşa ettiler, Tanrılar için heykeller yapılıp adak adandı, yüzyıllarca sınırlarını bu Kıta altında koruyup diğer ırklar tarafından en ulaşılamaz ve en asil ırk olarak bilindiler.
Ancak şimdinin zamanına gelmeden üç yüz yıl öncesinde bir kış vakti; Kuzey'i afetler götürdü. Orada seller aktı, depremler oldu. Bilenler bilir; ister okuyarak ister tecrübe edinerek, Kuzey Kıta, Gezegen'in beş kıtasının en buz kesenidir. Öyledir ki orada hiç yaz yaşanmaz. Ancak o seferki seller, depremler bambaşkaydı. Kelimenin tam anlamıyla felaketti. Orada aslında çetin zemheriye ve onun getirdiklerine alışık olan yerliler bile öldüklerini veya öleceklerini sandılar. İşte böylesi bir felaketten sonra başka çareyi bulamayan ırklar Kuzey Kıta'nın güneydeki Meridionalis denizine döküldüler. Aralarında sarp kayalardan toprak öğütüp en zor mevsimlerde ekin yetiştirmeyi başaran ırk Prtran'lar da vardı, Dodo kuşlarını bile evcilleştirmiş ve onları savaşlara koşabilmiş en iyi biniciler Asrewth'ler de. Ancak şimdi bu iki ırkı Gezegen'in yer üstünde bulamazsınız, Kuzey Kıyameti'nde öldüler çünkü. Aralarında denizden faydalanmayı hayal eden tek ırk insanlardı, böylece onlar icat ettikleri salları kullanarak Yüzen Kıta'ya vardılar ve Elflerin yanına sığınıp utanç, olanca hor görülme ve gizli veya açık fark etmeksizin hep var olan aşağılanmaların arasında yaşamlarını bir şekilde sürdürdüler.
O andan itiraberen Elfler ve İnsanlar Kıta'da kağıt üzerinde de olsa huzurla yaşayıp gittiler. Yüce Yasa'da Kıta'ya gelen ırklar hakkında perişan edici bir yaptırım bulunmadığından insanların da yaşama hakları vardı ve onlara dokunamadılar. Elf Kralı ne kadar kendisi dışındaki herkesten nefret etse bile Yüce Yasa, Elf Krallığında Kraldan daha üstündür. Elf Kraliçe ise insanları severdi, onları daha fazla refaha erdirebilmek adına elinden ne gelirse, ömrü boyu yaptı durdu. Onlara eğitim ve istihdam hakkı verdi; insanlar kısa sürede işverenler oldular, mallarını ülke içinde serbestçe dolaştırdılar ve piyasada sattılar. Mecliste insanlar da yer almaya başladı -henüz Yüce Meclis'te değil-, bu son gelişme her ne kadar sokak arasındaki tütün çiğneyen kirli ağızların içinde dolaşan ve ana konusu Elf Kraliçesinin İnsan yavuklusu olsa da Kraliçenin ölüm döşeğindeyken Krala zorla da olsa vasiyetname adı altında onaylattığı kanun kadar ruhsal zelzele yaratmadı Elf halkının yüreklerinde.
Kraliçe, son nefesinde İnsanlara Elflerle evlenebilme hakkı vermişti.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Salices
Fantasysana teşekkür ederim. her şeye rağmen nefes almama izin verdiğin için.