İlk gördüğüm andan itibaren onu sevdiğime karar vermiştim. Bunun bir anlamı olmalıydı çünkü genelde insanları sevmezdim. Birini sevmeyi ya da birine güvenmeyi göze alamazdım artık.
Buraya sabahın sekizinde giriş yapmıştı. Başı eğikti, gözleriyle yeri süzüyordu, omuzları gergindi ve genel olarak burada olduğunu inkar etmeye çalışıyor gibi görünüyordu. Koridordan girip hızlıca köşedeki koltuğa oturduğunu gördüm. Etrafına bakmadan ya da ses çıkartmadan sadece mavi ve beyaz çizgili sandalyeden sarkan yastığın üstünde olabildiğince düz bir şekilde oturmaya çalışıyordu. Ellerini sıkıca kenetleyip kucağına yerleştirmişti. Bir süre sonra esnemeye başlayınca elini serbest bırakıp ağzını kapatmak için kullandı. Ardından baş parmağını kemirmeye başladı. Sonra ne yaptığını fark etmiş olacak ki elini tekrar kucağına götürdü. Bakışlarım yavaşça ellerinden yüzüne doğru kaydı. Genç duruyordu, böyle bir yerde olamayacak kadar genç. Yüzü ay ışığı vuruyormuş gibi solgundu. Tek farkı gözlerinde kesinlikle ışık yoktu. Çevredeki insanlar ona "Zavallı şey" diye acıyan gözlerle bakıyordu. Bakışlardan rahatsız olduğunu biliyordum, ama belli etmeme konusunda iyiydi. Buradaki ilk günlerimde bana da eğer acıyan gözlerle baksalardı büyük ihtimalle herkesi öldürürdüm, o nasıl katlanabiliyordu anlamıyordum.
Oturduğu sandalyenin yanındaki odadan gelen gürültülü kahkaha yerinden sıçramasına sebep oldu. Korkmuş duruyordu. Bir süre etrafına bakıp insanları incelemeye başladı. Herkesin duvardaki aptal televizyona odaklandığını görünce tekrar önüne döndü. Ama yanılmıştı. Ben televizyona bakmıyordum, onu izliyordum. Gözlerim bu sefer dudaklarına odaklanmıştı. Direkt dudaklarının daha önce başka birine değdiğini anlamıştım ve bu beni açıkçası hayal kırıklığına uğratmıştı. Ama yüzünde hiç sevgi yoktu. Yüzünde onun gözlerini, dudaklarını ya da ruhunu öpen kişinin kalıntıları yoktu. O anıyı içinde saklıyordu ve bu durum beni sinir etmişti. İnsanlar sürekli anılarını içinde saklıyordu ve bu anılar sonsuza kadar kayboluyordu. Bu yüzden anıları saklamak yerine başka bir yere koymayı denemek daha mantıklı geliyordu bana. Böylece istediğin zaman hatırlayabilirsin. Özellikle iyi bir anıysa.
Mesela ilk öpücüğünü saklamak yerine başka bir yere koyarsan ne zaman hatırlayacağını ve seni geçmişe götüreceğini bilemezsin. Güzel bir sürpriz olur.Ama bu ilk öpücük senin için kötüyse bu anıyı unutmaya ya da saklamaya çalışırsın böylece bir daha o anıya rastlamazsın. Aslında insanların anılarını unutup hayatlarının sonuna kadar o hatırlayamadıkları unutulmuş anılar tarafından avlanmasını üzücü buluyorum. Ama beyin bir dosyalama sistemi gibi çalışmıyor ya da üstünde "anıyı sakla" ve "beyinden fırlat gitsin" yazan iki çıkışı olan bir tünel değil. Hangi anıyı hatırlayacağına ya da hangisini unutacağına sen karar veremiyorsun. Ama yine de karar verebilmek güzel olurdu. Trajik çocukluk travmasını ya da şahit olduğunuz ölümleri istediğiniz zaman unutabildiğinizi düşünün. Kaç tane doktorun böyle bir şey yapabilmeyi istediğini düşünün.
Yani kısacası anılar böyle çalışıyor. Nerden bildiğimi sormayın, biliyorum işte. Artık siz de biliyorsunuz. Bu bilgiyle de ne yapacağınız size kalmış.
Şimdi yeni çocuğa geri dönelim. O da diğer herkes gibi televizyona bakmaya başlamıştı. Bu aptal televizyondan gerçekten nefret ediyordum. Kimse küçük bir kutunun beyin hücrelerini nasıl öldürdüğünü fark etmiyor muydu?
Sinir olmuş bir şekilde dişlerimi sıkmaya başladım. Bu da Seokjin'in bakışlarını bana çevirmesine sebep oldu.
"Yaptığının yanlış olduğunu biliyorsun değil mi?" dedi duygusuz bir ses tonuyla. Bilerek gözlerimi devirip başımı çevirdim. Burada olmak istemiyordum, televizyon saatinden nefret ediyordum. Gerçekten bizim kpop idollerinden yarışmayı kimin kazanacağını umursadığımızı düşünüyorlardı. Programı izlemiyordum bile ama paramı sarışın kadına yatırırdım. Çünkü kazanacağını biliyordum.
Başımı sandalyenin koluna yaslayıp bacaklarımı uzattığım sırada başka bir kahkaha sesi odayı kapladı. Bir yarışma programında bu kadar komik olanın ne olduğunu anlamak için bakışlarımı televizyona çevirdim. Ekranda aptal komedi dizilerinden birinin açık olduğunu görünce tiksinmiş bir ifade kapladı yüzümü. Biri kanalı çevirmiş olmalıydı çünkü şimdi düşününce, odaya geldiğimizden beri televizyonda kimsenin şarkı söylediğini duymamıştım. Dikkatim dağılmış olmalıydı. Peki dikkatimi bu kadar dağıtan neydi? Ah evet, yeni çocuk. Dağılmış siyah saçlarıyla karşımda oturan çocuk. Şampuanın kokusunu burdan bile alabiliyordum. Yeni geldiği için tabi ki de duş alacaktı. Çok şaşırtıcı bir şey değildi bu.
Gürültülü zilin çalmasıyla bakışlarımı çocuğun üstünden çektim. Saatlerdir bu zili duymayı bekliyordum. Televizyon saati nihayet bitmişti.
"Yemek saati!" Hoseok oldukça neşeli bir ses tonuyla bağırıp sanki zaten bilmiyormuşuz gibi hepimizi haberdar etti.
Herkes gidene bilerek kadar sandalyeden kalkmadım. Kalabalık beni rahatsız ediyordu. Bir yanım Seokjin'in beni beklememiş ve çoktan odayı terk etmiş olmasını umuyordu. Ama beklediğimin aksine hala odadaydı, bu sefer benim için değil de yeni çocuk içindi.
Koltuktan kalkmakta zorlanıyor gibi görünüyordu. Onu anlıyordum. O dar sandalyeden yardım almadan kalkmak hepimiz için zordu. Koltuk seni içine çekiyordu adeta. Seokjin çocuğa yardım etmek için elini uzattı ama o pek kabul etmek istiyor gibi durmuyordu. Gülüp oturduğum yerden onları izlemeye devam ettim.
"Sorun yok sana sadece yardım edeceğim." dedi Seokjin elini uzatmaya devam ederken "Kolumu tutabilir misin?"
Çocuk başını olumsuz anlamda sallayıp iki elini de göğsüne yerleştirdi. Sanki Seokjin onu tehdit ediyormuş gibi korkmuş görünüyordu.
Tek kaşımı kaldırıp yanlarına doğru ilerledim. Yüzümde ukala bir sırıtış vardı.
"Neye gülüyorsun Taehyung?" diyerek Seokjin beni tersledi. İşaret parmağımı kaldırıp ona beklemesi gerektiğini belirttim. Ardından elimi yavaşça boynuma götürüp kravatımı çözmeye başladım. Kravatı çıkarttıktan sonra bir ucunu sıkıca avuç içimde tuttum ve diğer ucunu beni dikkatlice izleyen çocuğa uzattım. Bir süre bir şey demeden bakışları benimle kravat arasında gidip geldi. Nihayet niyetimin iyi olduğunu anlayınca kravatı sıkıca tutarak onu sandalyeden çekmeme izin verdi. Biraz sarsılsa da düşmeden kalkmayı başarmıştı. Kimsenin kendisine dokunmasını istemiyordu, buna saygı duymak zorundaydım. Yere düşüp kafasını yarsa bile ona dokunmazdım. Eğer birinin ona dokunması istekleri arasında değilse ben de dokunmazdım. Anlaması o kadar da zor değildi.
Bir süre sessizlik içinde bakışmamızın arından kravatı bıraktım. Tuttuğum tarafının düşmesine sebep oldu bu da. Çocuk boğazını temizledikten sonra kravatı katlayıp bana verdi. İtiraz etmeden alıp aceleyle odadan çıktım. Açlıktan ölüyordum nasıl olsa.