sonbaharın ruhu

40 5 8
                                    

- spirit of autumn

yorgunluk bazen fiziki açıdan değilde hislerinden vurur insanı. maruz kalmaları yıkar içini derinden, fırlatır uçurumun en dibine. ayağa kalkamazsınız, mecaliniz olmaz. elleriniz acır, dizleriniz sızlar sırtınızda ki yük bastırır bedeninize düşüşünüzü tezhip edercesine. dışarıdan bakıldığında görünen tek şey ifadesiz bir çehredir arkasında gizlenen yorgunluğu belli etmek istemeksizin.

düşünürsünüz, düşünmemek için uyursunuz. unutursunuz, hatrınıza uğramaması için büyürsünüz. unutmak için gözlerinize uğramayan uykunuzu kovalarken düşerseniz kimse kaldıramaz sizi.

yaş, rakamlardan ibarettir, tıpkı varlığını bedenimizde parıldatmadığı gibi sırtımıza bindirdiklerini de gösterme gereği duymaz. fark edilmez o yüzden, konuşurlar.

ne yaşadığınız önemsenmeksizin, çocuk yaşlıysanız çocuk, ergin yaşlıysanız ergindiniz. kimse içinize oturmuş ihtiyarı ya da zihninizde koşturup duran çocuğun varlığını sormaz, diline pranga vurmaz. kolay olanı budur çünkü, insanoğlu basite indirgenmişin köpeği olmuştur hep.

ruhları okumak o kadar da zor değildir halbuki, olgunlaştığınız zaman anlarsınız bunu. bir bakış yeter bazen dünyadaki bu silüetin arkasına gizlenmiş benliği. anlayamayanlarsa yakar mumunu söylenir yatsıya kadar. çok konuşurlar, sükuneti ayıplarlar.

kelimelerinizin dilinize vuramadığı kadarıyla anlaşılmak istersiniz, haklı bir isyandır bu. ancak bulamazsınız kendiniz gibisini, arar durursunuz hep tininize dokunan birini.

"şimdi de aile işleriyle ilgileniyorum. başka soru?" gülümsemesini tekrar yüzüne yerleştirmiş, karşısında çenesini ellerine yaslayarak masaya dayanmış olan bana bakıyordu.

yaklaşık iki saat olmuştu gözlerimizle birbirimizi izlemek yerine sözlerimizle dokunmaya başlayalı. sorulara cevap veren taraf oydu, sadece dinliyordum sesinin güzelliğini. anlatıyordu üstünkörü bir şeyler. konuşmayı fazla sevmediği belliydi, yoruluyordu konuşurken ancak her sorumda daha fazla kelime sarf ediyordu, alışıyordu, açılıyordu. her cümlesinde gözlerime bakıyor anlamamı umarcasına duraklıyordu yüzümde kahveleri. istediğini vermiş olmalıyım ki peşi sıra yanıtlıyordu merak ettiklerimi. tanımama izin veriyordu, kapısını çalan beni geri çevirmiyordu.

"daldın gittin orada mısın?"
gözümün önünde sallanan elle kendime gelerek yaslandığım masadan geri çekildim. elindeki yüzüğe takıldı gözüm, baktığım yere bakış atıp gülümsemesi yüzünden silinirken elini geri kucağına çekti.

siz kısmını atlatmıştı kendisi, ona rahat olabileceğimizi söylemiştim ancak kendisine adıyla seslenmek benim için henüz erkendi. bay hwang olarak tanıyacaktım onu, hyunjin olarak sevecektim.

"yok, başka sorum yok sanırım."
hakkında birkaç şey edinmiştim, kazımıştım aklımın bir köşesine. kitaplardan açılınca konu tutamayıp onu soru yağmuruna tutarken konudan konuya atlamıştık. ingiliz edebiyatının klasikliğinden bahsetmiş, rus edebiyatının melankolisini yargılamıştık aramızda. masaya gelen kahvelerimizle biraz susmuş ardından acısı boğazımızdan geçerken çiçekler hakkında sorular sormaya başladım. zambak gibi koktuğunu söylemeyi çok istedim ancak dilim varmamıştı bunu sesli söylemeye, zamanı değildi.

giderdi belki, unuttururdu kokusunu.

nelerle uğraştığını sormuştum, mezun olduktan sonra birkaç kitap yazdığını ancak yayınlamaya fırsatı olmadığından söz etmişti, üstükapalı konuştuğundan fazla kurcalamamam gerektiğini anlamıştım. sonrasındaysa aile çiftliğinin bakımında abisine yardım ettiğini söyledi, kendisinden iki yaş büyük bir abisi olduğunu da öğrenmiştim. havadan sudan konuşmalarımız da araya girerken zaman geçmişti, her şeyden konuşmuştuk.

lily of the valleyHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin