02

201 33 6
                                    

Keşke gerçek, bu kadar bireysel olmadığım bir dünyada Minho'nun olsaydım. Gençliğinin başında tanışmış, evlilik kavramınin ne kadar boktan, saçma sapan olduğunu bildikleri halde bir yuva kurmak için can atan, yüzüğü ne zaman taksak diye düşünüp aynı evin içinde tatlı tatlı yaşayan sevgililer olsaydık.

Ya da zaten olabilirdik.

Korktuğum şeyden neden korkuyordum, anlamıyordum. Mutluluk beni niye bozardı? Anlamsızlığı kaybetmekten kim korkardı herkes bir anlam ararken? Sessiz ve sakin bir yaşam sürmek ikimizden başka herkesjn harcıydı ama ben Minho yanımdayken Minho'ya olan aşkımdan acı çekmeden yaşabileceğimi sanmıyordum.

"Güzelim, gözlerindeki ay parçası, sevgiyi cehenneme gömen, ruhumu kutsayan."

Çevre yolunun yanında, akşam karanlığı çökerken baş başaydık. Yüzü ellerimin arasındaydı. Dokundukça parçalamak, sineme hapsetmek istiyordum onu.

Ellerini ellerimin üzerine koydu. Mistik bir şehirdeydik. Plan yapmadığımız için Minho'nun büyük babannesine gelmiştik. Minho babannesi bir büyücü olduğu için bu kadar güçlü bir ruha sahip olmalıydı.

Yanaklarını okşarken başını eğdi, gözleri kapalıydı. Şakağını elime sürttü.  Kedi gibi.

"Bebeğim benim."

Aslında birbirimizin hiçbir şeyi değildik. Sevgilim demek o kadar yanlış geliyordu ki. Başlı başına tek yaratılmış iki ruhun birbirine ait olması mümkün değildi. Bu yüzden ona ne kadar dokunsam da hep uzaktım.

"Gidelim artık." dedi. Biz de gittik.

Minho'nun büyük babannesi fazla yaşlıydı. Bir şeyler söylemeye kalmadan birkaç şey okudu yalnızca. Bunun için geldiysek Minho bunu ona telefonda da yaptırabilirdi sanırım.

"Lanetlisiniz siz."

Pipilerimiz olup seviştiğimiz için değil. Kadın gerçekten lanetli olduğumuzu düşünüyordu. Nefret dolu değildi. Üzülerek söylemişti.

Üstümüzü değiştirdik. Taştan evin balkonuna çıktık. Ellerimizde çorba kaseleri vardı. Kaşık kullanmıyorduk. Manzara dağlıktı. Yeşillik azdı. Balkonun demirleri ise kahverengi, paslı. Kaselerimiz mavi. Minho'nun gözleri kara.

İnce burnunu çorbaya yaşlaştırdı. Dudaklarını kasenin kenarına değdirdi.

"Böyle olmamalıydı. Doğarken kimse bana sormadı."

Sormuş olabilirlerdi.

"Ceza çekmek için buradayım ama nereye döneceğimi bilmiyorum. Hiçbir şeyim yok Seungmin. Hiçbir şey bana ait değil. Sen de değilsin."

Bu yüzden lanetliydik. Anlamak için buradaydık ama anlamlı kılmak, mutlu olmak için değil. Suçlu olduğumuz içik huzursuzluğu ve karamsarlığı kendimize yakıştırıyorduk.

"Belki yeniden doğdumuzda-" diyordum. "Öyle bir şey olmayacak." dedi. Ya hiç var olmamışsak? Ya inandığımız ve bizi cezalandırdığıni düşündüğümüz tanrı bizim gibi bir organizmaysa ve bize şimdi gülüyorsa? İnsanoğlu ne kadar aptaldı. Her koşulda ikimiz de hiçbir şeye sahip değildik.

"Buraya tekrar gelmeyeceğim. Seni bulmaya çalışmayacağım."

İlk kez bir dilek dilediğimde sevdiğim insanla beraber olmayı dilemiştim. Beni sevmemişti. Sonra beni seven bir insanla olmayı diledim. Onu sevemedim. Minho ise üçüncü, en isabetlisiydi. Kaderimdi. Sevgi ve aşk karşılıklıydı ama sona ekleyecek bir şeyim yoktu. Sadece beraber olmak istediğimi söylemiştim ve sadece beraberdik işte.

İçeri geçtik. Minho henüz başlamak istemediğini söylemişti. Sorun yoktu. Büyüye güveniyordum. Burada bizi kimse bulamazdı. Tabloyu bir kenara koyup mumların arasında, işleme bir yorganın altında uzandık.

Minho tabloyu bitirdiğinde zengin olacaktık. Parayı seviyordum. İstiyordum. Ama bu hayatı yaşamak keyifli değildi. Keyifli bir hayat en az şimdiki kadar boştu. İkisinin de bir mantığı yok.

"Ölüme hazırlanıyor olmalıyım." O noktadaydım. Her şeyi bir kenara itip ölümle karşılaşılan an. Ne zaman ve nasıl geleceğini bilmiyorum ama onu bekliyorum. Ciddi bir işe kalkışmadam, onu unutmadan. Yavaş yavas gidiyorum. Tadına vararak.

"Düğün var."

Minho bana doğru sokuldu. Sesleri duymuyordum. "İnsanlar değil." Tuhaf. Üstelemiyorum. Tuhaf ama bir o kadar normal.

Arada odanın içine bakıyor. Yalnız olmadığımızın farkında. Resmi yapmaya başlamak istemiyor ama yapması gerektiğini de hissediyor. Kaçmak için iyice bana sarılıyor.

"Ne zaman istersen."

Saçlarımı okşuyor. Ben de onu soluyorum. "Seviyorum seni, Seungmin."

Gün yeniden doğdu. Minho resmi yapmaya başladı. Ben de onu izledim. Ruhları kovaladım. Düğünleri dinledim. Nedense bir ara o parayla iyi olabileceğimizi düşündüm. Belki de mutlu olmalıydık.

Gecenin gündüze karışmaktan gündüzden bir halt bırakmadığı bir haftanın sonunda resim bitti. Aynısıydı. Ufak bir detayla.

"Dil yarası."

Tablonun adı buydu. Minho ise kendi imzasını bırakmak için tablonun ortasında hizalanmış dudaklara hafif kırmızı bir çizgi kondurup ona başka bir isim verdi:

"Leb yarası."

İsmi kimse bilmeyecekti. Bu tablo, bir şaheser değil suçtu. Şimdi gidip tablonun kendisini o adamlara verecek, Minho'nun yaptığını müzeye geri bırakacaktık.

"Anlayacaklar."

"Anlamaları gerek."

Minho bu durumda, o minik detay farkına rağmen resmi kendi şaheseri saymıyordu. Sorun yoktu. Yenilerini yapabilirdi. Sanatçı tarafına pek eğilmiyordu ama. Belki de bir daha asla resim yapmayacaktı. İşlemeyi seviyordu.

Yeniden yola çıkmak için hazırlandık.

Kendi yaptığı tabloyu bir güzel paketledi. Babannesine veda ettik. Geldiğimizden beri üçüncü kelimesi "Sağlıcakla gidin." Olmuştu.

Önce orijinalini adamlara teslim etmeliydik. Tekrar uzun bir yolculuģa çıktık.

Oy cok az okuyan cok az nerdesiniz ya

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

Oy cok az okuyan cok az nerdesiniz ya

Felekzan 2minHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin